Zeitgeist Addendum Zamanın Ruhu Yalanlar, Yalanlara İnananlar ve Ütopyalar

Zeitgeist-Addendum u okumaktasınız. Bu aslında bir video’nun altyazısı
Irkçılık, cinsellik, dinsel şovenizmden, bağnaz-aşırı milliyetçiliğe uzanan eski yaklaşımlar, artık işlevselliklerini kaybediyorlar.”
Carl Sagan
“Ben kimim? İyi miyim? Kötü müyüm? İstediklerimi elde edebiliyor muyum? Bunların hepsini yaşam yolculuğumuz sırasında öğrendik.”
Dr. Richard Albert
“Bu bir yolculuk, istediğimizde değiştirebileceğimiz bir yolculuk… Çabalamayı, çalışmayı, işi, para biriktirmeyi gerektirmeyen bir seçim…”
Bill Hicks
“Oyunu yanlış oynadığımı fark ettim. Oyun benim halihazırda kim olduğumu bulma oyunuymuş.”
Dr. Richard Albert
“İnsanların aklına köklü bir devrim fikrini getirmenin, ne kadar önemli olduğundan bahsediyorduk. Bu kriz, aslında bir bilinç krizi. Öyle bir kriz ki… Artık daha fazla eski
kuralları, eski şablonları, eskiden kalma gelenekleri kabul edemez. Hele, dünyanın bugünkü haline bakınca, bunca sefalet, çatışma, yıkıcı zulüm, saldırganlık vb…
İnsanoğlu, hala eskiden beri bildiğimiz gibi, hala barbar, hala şiddet tutkunu, saldırgan, açgözlü, rekabetçi ve inşa ettiği toplum da bu değerler üzerine kurulu.”
Jiddu Krishnamurti
Zeitgeist: Addendum
Zamanın Ruhu: Ek
“Bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak, sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz.”
Jiddu Krishnamurti
Günümüzde toplum bir dizi kurumdan oluşmaktadır. Siyasi, resmi ve dini kurumlardan, sosyal sınıf, ailevi değerler ve mesleki uzmanlık kurumlarına kadar. Bu geleneksel
kurumların anlayışımız ve bakış açımızın şekillenmesindeki büyük etkisi aşikardır. Ancak, içine doğduğumuz bu sosyal kurumlar, durumlara göre oluşturulur ve
gerekçelendirilirler. Bütün bu kurumların arasında hiçbir sistem yok ki parasal sistem kadar yanlış anlaşılmış olsun. İnanılan sistemler genelinde ele alındığında var olan
para sistemi, bugüne kadar en az sorgulanmış inanç şeklidir diyebiliriz. Paranın nasıl yaratıldığı, onu yöneten politikalar ve toplumu gerçekte ne kadar etkilediği, nüfusun
büyük bir bölümünün kayıtsız kaldığı meselelerdir.
Yaşadığımız dünya öyle bir dünya ki… Var olan zenginliklerin %40’ına toplumun %1’i sahip, her gün 34.000 çocuğun yoksulluk ve önlenebilir hastalıklardan öldüğü… Nüfusun
%50’sinin günde 2 dolardan daha az gelirle yaşadığı bir dünya. Çok net olan bir şey var: Bir şeyler çok, ama çok yanlış… Ve farkında olalım ya da olmayalım, var olan tüm
kurumların, sistemin ve toplumun can damarı “PARA”dır.Bu nedenle, parasal sistemin nasıl işlediğini anlamak, neden bu şekilde yaşadığımızı anlamamız açısından çok
önemli. Ne yazık ki ekonomi genellikle karmaşık ve sıkıcı olarak algılanır. Bitmek tükenmek bilmeyen ekonomik terimler ve göz korkutucu matematik, insanları anlama
çabalarından caydırır. Fakat gerçekte ekonomik sisteme yakıştırılan karmaşıklık bir maskeden ibarettir. İnsanlığın katlanmak zorunda kaldığı en felç edici yapıyı gizlemek
üzere tasarlanmıştır.
“Kimse özgür olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz.”
Johann Wolfgang Goethe – 1749-1832
Birkaç yıl önce, ABD Merkez Bankası (FED) “Modern Para Çarkı” isimli bir belge yayınladı. Bu yayın, FED ve desteklediği küresel ticari bankalar ağı tarafından uygulanan
paranın yaratım süreci, nasıl kurumsallaştırıldığını açıklamaktadır. Giriş sayfasında bu yayının hangi amaçla hazırlandığı yazılıdır:
“Bu kitapçığın amacı Kısmi Rezerv Bankacılık Sistemi çerçevesinde paranın yaratım sürecinin temel prensiplerini tanımlamaktır” Daha sonra Kısmi Rezerv uygulamasını, bir
dizi bankacılık terminolojisi ile
açıklamaya devam etmektedir. Bunların bir çevirisini yapmak istersek ortaya çıkan durum şudur: ABD hükümeti bir miktar paraya ihtiyacı olduğuna karar verir. Amerikan
Merkez Bankası’nı (FED) arar ve diyelim ki 10 milyar dolar ister. FED yanıt verir: “Tabii ki, sizden 10 milyar dolarlık devlet tahvili satın alacağız.” Böylece hükümet bir takım
kağıtları alır, üzerine resmi görünüm veren şekiller çizer ve bunlara hazine bonosu adını verir. Daha sonra bu bonolara toplam 10 milyarlık değer koyar ve bunları FED’e
gönderir. Bunun karşılığında FED’dekiler etkileyici kağıtlara bir dizi banknot hazırlar. Ancak bu kez hazırlanan kağıtlara Federal Rezerv Banknotları adını verirler ve bu
banknotların toplam değerini 10 milyar dolar olarak belirlerler. Daha sonra FED bu banknotları hazine bonolarıyla takas eder. Bu takas tamamlandığında, hükümet, 10
milyar dolar değerindeki banknotları alır ve bir bankaya hesabına yatırır. Banka hesabına yatırıldıktan sonra bu banknotlar resmi para halini alır ve ABD para stoğuna 10
milyar daha eklenir. İşte sonuç ortada… 10 milyarlık yeni para yaratılmış oldu. Tabii ki bu örnek sadece bir genellemedir. Gerçekte tüm bu işlemler elektronik ortamda
yapılır. Hiçbir zaman kağıt kullanılmaz. İşin doğrusu, ABD parasının sadece % 3’ü basılı para olarak dolanımdadır; Diğer %97’lik kısım ise elektronik ortamda bulunur.
Şimdi… Hazine bonoları yapıları gereği borç senedidirler. FED bu bonoları, yoktan varettiği paralarla satın aldığında, aslında hükümet bu parayı, geri ödemek üzere
FED’den borç olarak alır. Başka bir deyişle; para, borçtan yaratılır. Paranın ya da bir değerin borçtan veya verilen bir taahhütten yaratıldığı paradoksu insanın kafasını
karıştırabilir. İlerleyen dakikalardaki örneklerle konu daha da netleşecektir. Evet… Değiş tokuş yapıldı ve şimdi ticari bir bankanın hesabında 10 milyar dolar mevcut.
İşlerin giderek daha ilginç olmaya başladığı yere geldik sayılır. Neden mi?… Kısmi Rezerv uygulamasına göre, bu 10 milyarlık hesap, bir anda bankanın para stoğunun bir
parçası halini alır. Diğer tüm banka hesaplarında olduğu gibi. Modern Para Çarkı kitapçığındaki rezerv gereksinimlerinde belirtildiği üzere: “Bir banka, mevcut para stoğuna
karşılık, yasal olarak belirlenmiş oranda rezerv bulundurmak zorundadır.” Daha sonra bu durum şöyle sayısallaştırılmaktadır: “Mevcut yönetmeliklere göre banka
hesaplarının rezerv gereksinimi, o hesabın % 10’u kadar olmalıdır.” Yani 10 milyar dolarlık bir banka hesabının % 10’u ya da diğer bir deyişle 1 milyar doları, rezerv
gereksinimi olarak bankada tutulmaktadır. Geriye kalan 9 milyar ise kullanılabilir stok olarak addedilmektedir ve diğer krediler için kaynak olarak kullanılabilmektedir.
Şimdi, mantıklı bir şekilde düşünürsek, bu 9 milyarın, 10 milyarlık banka hesabından geldiğini kabul edebiliriz. Ancak gerçekte durum böyle değildir. Aslında olan şudur: Bu
9 milyar, mevcut 10 milyar dolar banka hesabı üzerinden yoktan varedilmiştir. İşte dolanımdaki para miktarı böyle genişletilmektedir. Modern Para Çarkı
yayınında da belirtildiği üzere: “Bankalar, mevduat olarak aldıkları paralara gerçekte faiz ödemezler.” “Eğer böyle yapsalardı, ekstra para yaratılamazdı.” “Aslında yaptıkları
kredi verdikleri miktar karşılığında kredi kontratları yapmalarıdır.” Diğer bir deyişle, 9 milyar yoktan varedilebilmektedir. Bunun nedeni, böyle bir kredi için talep ve aynı
zamanda % 10’luk rezerv gereksinimini karşılayan 10 milyarlık bir banka hesabı olmasıdır. Diyelim ki, biri bu bankaya girdi ve gıcır gıcır 9 milyar doları ödünç aldı. Büyük
olasılıkla parayı başka bir bankada kendi hesabına yatıracaktır. Böylece, aynı süreç yeniden başlayacak ve işlem kendisini tekrarlayacaktır. Bu banka hesabı da artık
bankanın para stoğunun bir bölümü oldu. Bu tutarın % 10’luk bölümü ayrılır ve 9 milyarın % 90’ı, diğer bir deyişle 8.1 milyarı, yeni kredilerden para yaratmak için ayarlanmış
olur. Ve bu 8.1 milyar yeniden yatırılarak, 7.2 milyarlık, daha sonra 6.5 ve 5.9 milyar dolarlık banka hesapları yaratmak ve yeni kaynaklar oluşturmak için kullanılabilir. Bir
banka hesabındaki kredi yaratma döngüsü teknik olarak sonsuza dek sürdürülebilir. Ortalama bir hesapla, 10 milyar dolar üzerinden 90 milyar dolar yaratılabilir. Diğer bir
deyişle: Bankacılık sistemindeki her bir banka hesabı açma işleminin sonucunda en baştaki miktar 9 kez yoktan var edilebilir. Parakolikler… Bank of America’dan bir
kavanoz gaipten gelen para isteyiniz. Size uygun kişisel kredi olarak
P – A – R – A
Artık Kısmi Rezerv Bankacılık Sistemi ile paranın nasıl yaratıldığını anladık. Aklımıza mantıklı olsa da yanıltıcı bir soru gelebilir: Gerçekte bu yeni yaratılmış paraya değerini
veren şey nedir? Yanıt: Halihazırda dolanımda olan para. Yeni para temelde dolanımdaki paradan değer çalmaktadır. Toplam para havuzundaki para, mallar ve
hizmetlerden bağımsız olarak arttırılmış olur. Bu bağlamda, arz ve talep dengesi, dolayısıyla da fiyatlar artar ve her bir doların alım gücünü azaltır. Buna “enflasyon” denir.
Enflasyon ise temelde toplumun üzerindeki gizli vergidir. “Genelde size ne tür nasihatlerde bulunurlar?” “Dolanımdaki parayı arttır!” “Paranın değeri ile oynayalım”
demezler, “Paranın değerini düşürelim” demezler, Kimse size “İnsanları her şey yolunda diye aldat” demez. “Faiz oranlarını düşür” derler. Gerçek aldatma, paranın alım
gücünü düşürmektir. Parayı yoktan var edince, tasarruflarımız kalmaz. Ortada sadece “sermaye” denilen şey kalır. Bu bağlamda, şunu sormak istiyorum:
“Dünyadaki enflasyon sorununun çözülmesini nasıl bekleyebiliriz… Daha fazla para basıp daha fazla enflasyon üretirken?”
Ron Paul
Tabii ki bu gerçekleştirilemez. Kısmi Rezerv Sisteminin genişlemesi kalıtımsal olarak enflasyon temellidir. Para arzının arttırılması, hizmet ve mallarda orantılı bir artış
olmaksızın, her zaman paranın değerini düşürür. Aslında, yıllar içinde dolanımdaki ABD doları miktarı ile doların alım gücüne bakarsak, bu durumu net bir şekilde
yansıttığını görürüz. Tersine ilişkinin olması doğaldır. 1913’teki 1 doların alım gücünün karşılığı 2007’de 21.60 ABD dolardır. Bu da FED kurulduğundan beri % 96 oranında
devalüasyon gerçekleşmiş demektir. Şimdi… Bu durum, saçma bir şekilde sürekli enflasyonun, ekonominin kendisini baltaladığı gibi algılanabilir.
“Saçmalık”
Mali sistemimizin gerçekte nasıl çalıştığını gösteren hafif bir tanımlama olabilir. Çünkü mali sistemimizde para borçtur, borç da paradır. İşte size 1950-2006 arasında
dolanımdaki ABD dolarının miktarını gösteren bir grafik. Bu da aynı döneme ait ABD ulusal borç tutarını gösteren grafik. Ne kadar ilginçtir ki eğriler hemen hemen aynıdır.
Ne kadar para varsa, o kadar borç vardır. Ne kadar borç varsa, o kadar para vardır. Başka bir deyişle, cüzdanınızdaki her bir dolar, birinin diğerine olan borcudur.
Hatırlayalım: paranın oluşabilmesinin tek yolu borçlardan geçmekteydi… Öyleyse, hükümet de dahil ülkedeki herkes borçlarını ödeyebilse, dolanımda tek bir dolar bile
kalmazdı.
“Para sistemimizde borçlar olmasaydı, para da olmazdı.” 1941 – Marriner Eccies – Eski FED Yöneticisi
Aslında, ABD tarihinde ulusal borçların tamamen ödendiği sene 1835’tir. Başkan Andrew Jackson’ın daha sonra Federal Rezerv olacak Merkez Bankası’nı kapadığı yıl.
Jackson’ın tüm politik yaklaşımı temelde, ABD Merkez Bankası’nı kapamaya verdiği söz üzerine kurgulanmıştı. Bir noktayı kesinlikle vurgular: “Merkez bankasının hükümeti
kontrole yönelik arsız girişimleri göstermektedir ki, bu kurumun devamlılığı veya benzerinin kurulması ABD halkının sonsuza kadar aldatılmasına yol açacaktır.” Maalesef bu
mesajın ömrü çok kısa olmuştur. Ve uluslararası bankerler 1913’de yeni bir merkez bankası kurmayı başardılar. “Federal Rezerv Bankası” (FED) Bu kurum var olduğu
müddetçe, sürekli borçlanma kaçınılmazdır. Şimdiye kadar mevduatlar yoluyla borçlardan nasıl para yaratıldığını konuştuk. Krediler banka stoklarına dayanmakta, stoklar
da mevduatlardan oluşmakta. Kısmi Rezerv Sistemi kullanılarak her bir mevduat üzerinden kendi orijinal değerinin 9 katı yaratılabilmektedir. Bunun karşılığında mevcut
paranın değer kaybetmesi, sokaktaki fiyatları arttırmaktadır. Para borçtan yaratıldığı ve bankalar vasıtasıyla dolanıma girdiği için insanlar asıl borçlarından kopartılmakta,
günlük giderlerininin karşılığı olan parayı kazanmak için rekabete girmeye zorlandıkları bir dengesizlik yaratılmaktadır. İşlevsel olmayan ve geriye doğru işleyen bu
denklemde bir şeyi atlamaktayız. Yapının bu elemanı, sistemin kendisinin dalavereli doğasını ortaya koymaktadır. “Faiz” uygulaması Hükümet FED’den borç para aldığında
veya herhangi biri bankadan ödünç para aldığında, bu para her zaman faiziyle geri ödenmektedir. Diğer bir deyişle, mevcut her bir dolar bankaya faiziyle geri dönecektir.
Ancak, paranın tümü Merkez Bankası’ndan ödünç alınıyorsa ve krediler yardımıyla bankalar tarafından miktarı arttırılıyorsa, para arzında sadece “ana para” olarak
addedilecek olan şey yaratılır. Peki o zaman, faiziyle birlikte tahsil edilen para nerede? Hiçbir yerde… Böyle bir para yok… Bu olayın böyle sonuçlanması çok şaşırtıcıdır.
Bankalara ödenmesi gereken borç miktarı her zaman dolanımdaki paradan fazladır.

Ekonomide enlasyonun sürekli var olmasının nedeni budur. Faizler nedeniyle oluşan bütçe açığını kapatmak için sürekli para basılacaktır. Bu da iflasların matematiksel
olarak sistemde hep var olması ve kısa çöpü çeken fakir insanların toplumda hep olacakları anlamına gelmektedir. Bu “köşe kapmaca” oyununa benzer: Müzik durduğunda,
biri ayakta kalır. Zaten konu da budur. Sistem sürekli olarak bireylerin varlıklarını bankaya aktaracaktır. Eğer ipoteğiniz karşılığında aldığınız parayı ödeyemezseniz
mülkünüzü elinizden alırlar. Bu durumda kızgınlığınız sadece giderek artan faizden dolayı değil, bankanın size kredi olarak verdiği paranın aslında mevcut olmamasını
anlamanızdandır. 1969’da Minnesota mahkemelerinde, Jerome Daly isimli bir adamla ilgili bir dava görüldü. Banka kredisiyle almış olduğu evini kredi borçlarını
ödeyemediği için banka geri almak istiyordu. Daly’nin iddiası; ipotek anlaşmasında her iki tarafın da, – ki bunlar kendisi ve bankadır – değiş-tokuş için kanuni bir mülk
göstermesi gerektiğiydi. Hukuki dilde bunun karşılığı: bedel: [Bir sözleşmenin kurucu unsuru. Sözleşme, takas edilen bir malın başka şekilde bedeline göre kurulur.] Daly,
paranın bankanın mülkü olmadığını iddia etmiştir. Çünkü bu para kredi anlaşması imzalanır imzalanmaz yoktan var edilmişti. “Modern Para Çarkı”nın kredilerle ilgili ne
söylediğini hatırlayalım: “Kredi verdiklerinde yapılan, kredilere karşılık kredi kontratı yaptırmaktı.” “Kredi transferleri sonucunda rezervler değişmeden kalır. “Ancak
krediler, banka sisteminin toplam mevduatlarını arttırmasını sağlar.” Diğer bir deyişle, para onların mevcut varlıklarından elde edilmez. Banka, kendisine ait hiçbir şey
koymaksızın sadece kağıda duyulan teorik güvenilirlik çerçevesinde parayı yaratmaktadır. Dava ilerledikçe, Banka başkanı Morgan şahit olarak dinlenir. Hakim kişisel
notlarında, banka başkanının FED’le birlikte, parayı yarattıklarını ve kayda geçirdiklerini yazar, para ve kredi onu yarattıklarında ortaya çıkar. Morgan “ABD’deki hiçbir
kanunun veya tüzüğün onlara böyle birşey yapma hakkı vermediğini” belirtmiştir. “Kanuni bir bedel olmalı ve bu da kontratı desteklemelidir.” “Jüri, kanuni bir bedel veya
taahhüdün olmadığına karar verdi.” Ben de onlarla aynı fikirdeyim. Daha sonra şairane bir tavırla “Sadece tanrı yoktan var edebilir” diye ekledi. Mahkeme bankanın eve el
koyması ve paraya çevirmesini reddetti. Ev Daly’de kaldı. Bu mahkeme kararının etkileri çok geniş boyutlu oldu. Ne zaman bir bankadan ödünç para alsanız, bu ister ipotek
kredisi olsun ister kredi kartı harcaması, size verilen para sadece sahte değil, bedeli de meşru ve geçerli değildir. Bu nedenle, banka kredi borcunu tahsil edemedi. Çünkü
en başta bankanın verdiği kredinin karşılığı bile yoktu. Maalesef bu tür resmi ve kanuni saptamalar hep hasır altı edilir ve yok sayılır.
Böylece daimi varlık transferi ve borçlanma oyunu devam eder. Bu da bizi son aşamadaki soruya getirir: Neden? Amerikan İç Savaşı’nda Başkan Lincoln Avrupa bankaları
tarafından teklif edilen yüksek faizli kredileri dikkate almamış ve Amerikan Kurucu Babaları’nın önerilerini yerine getirmiştir. Yapılmak istenen şey bağımsız ve borçtan
arınmış bir para birimi yaratmaktı. Buna “Greenback” adı verilmiştir. Bu önlem alındıktan hemen sonra, özel İngiliz ve Amerikan bankaları arasında bir doküman dolaşmaya
başladı. Doküman şöyle diyordu: “Kölelik, işgücünü elde tutmak ve işgücünün ihtiyaçlarını ortaya koymaktır, Avrupa’nın planı ise, sermayenin, ücretleri kontrol ederek
işgücünü kontrol etmesidir” demekteydi. “Bu ancak parayı kontrol etmekle mümkündür Greenback’e izin verilmemelidir çünkü onu kontrol etme şansımız olmaz.” Federal
Rezerv tarafından gerçekleştirilen “Kısmi Rezerv Politikası”, dünyadaki bankaların çoğunda uygulanan bir “Modern Kölelik Sistemi”nin ta kendisidir. Düşünün… Borçtan
yaratılan bir para. İnsanlar borçlu olduklarında ne yaparlar? Ödeyebilmek için iş bulurlar. Ama para sadece ve sadece borçtan yaratılabiliyorsa, toplum nasıl olur da borçtan
kurtulabilir? Kurtulamaz… Ve olay budur. Bu, aynı zamanda yaşamaya çabalarken elindeki varlıklarının kaybından korkmak ve sistemdeki daimi borçla, enflasyonla birlikte,
para arzının kendi içerisinde bile kaçınılmaz bir kıtlığı da beraberinde getirerek, asla geri ödenemeyecek bir faiz yaratılmasına neden olmaktadır. Bu da ücret-köle
ilişkisinin devamını sağlar. Milyonlarca insanı dolap beygiri gibi koşturur. Gerçekte, sadece bir piramidin tepesindeki elit insanların yararlanabileceği bir imparatorluğu
güçlendirir. Günün sonunda, gerçekten de kim için çalışıyorsunuz? Bankalar! Para bankada yaratılır ve istisnasız oraya geri döner. Onlar, destekledikleri şirketler ve
hükümetlerle gerçek efendilerdir. Gerçek kölelikte, kölelere ev ve yiyecek verilir. Ekonomik kölelikte ise insanlar, beslenme ve barınma gereksinimlerini kendileri
karşılamak zorundadır. Bu, toplumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için bu güne kadar yaratılmış en dahiyane dümendir. Ve bunun tam kalbinde toplumla yaşanan
görünmez bir savaş vardır. “BORÇ” toplumları fethetmek ve köleleştirmek için kullanılan silahtır. “FAİZ” ise onun en önemli cephanesidir. Çoğunluk bu gerçeğin farkına
varmadan yaşarken, bankalar güçlerini arttırmak için hükümetler ve şirketlerle işbirliği yaparak, daha mükemmel ve gelişmiş taktikler, yöntemler oluşturmaya devam
ederler. Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi yeni üsler oluştururlar. Ve yeni tipte bir asker üreterek ilerlerler; Ekonomik Tetikçi’nin doğuşu…
Bölüm – II
“Bir ulusu fethetmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır. Birisi kılıçla, diğeri borçla.”
John Adams – 1735-1826
Biz Ekonomik Tetikçiler, bu küresel imparatorluğun yaratılmasının gerçek sorumlularıyız. ve işimizi pek çok değişik şekilde yaparız. John Perkins Chas. T. Main şirketi eski
Şef Ekonomisti “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları”nın yazarı
Fakat, belki de en çok kullandığımız yöntem şudur; Şirketlerimizin göz diktiği petrol gibi kaynakları olan bir ülkeyi belirleriz. Daha sonra, Dünya Bankası ya da onun kardeş
kurumlarından biri kanalıyla o ülke için çok büyük krediler ayarlarız. Ancak, para asla o ülkeye gitmez. O ülkede büyük altyapılar kuracak olan bize ait büyük şirketlerin
kasasına girer. Enerji santralleri, sanayi bölgeleri, limanlar… Bizim şirketlerimizin yanısıra o ülkedeki bir kaç zenginin yararlanacağı şeyler. Bu yapılanlar çoğunluğun
faydalanacağı şeyler değildir ama tüm ülke halkı bu borcun altına girer. Bu öylesine büyük bir borçtur ki geri ödeyemezler, ve işte planın bir parçası da budur; “Borcun Geri
Ödenememesi!” Ardından, biz ekonomik tetikçiler gidip onlara: “Dinleyin, bize bir sürü borcunuz var ve bu borcu ödeyemiyorsunuz.” “O zaman petrolünüzü petrol
şirketlerimiz için oldukça ucuza satın.” “Ülkenizde askeri üs kurmamıza izin verin veya askerlerimizi desteklemek için dünyanın bir yerine asker gönderin -Irak gibi- veya bir
dahaki Birleşmiş Milletler seçiminde bizimle oy verin.” deriz ki, Böylece o ülkeye ait elektrik santrallerini özelleştirelim, sularını, altyapı sistemlerini özelleştirelim, onları
ABD’li veya diğer çokuluslu şirketlere satabilelim. Böylece IMF veya Dünya Bankası’nın son derece tipik çalışma sistemine uygun olarak mantar gibi çoğalalım. Bir ülkeyi
borca sokarlar ve bu öylesine büyük bir borçtur ki, geri ödenemez! Ardından borçlarını ödeyebilmeleri için yeniden borç almalarını teklif edersiniz ve daha fazla faiz
öderler. Bu sefer yeni borçlar vermek için “yönetimin veya durumun iyileştirilmesi” olarak adlandırılan bazı şartlar öne sürersiniz… Bu, o ülkenin kaynaklarını satmasıyla
sonuçlanacaktır. Buna pek çok sosyal hizmet ve kamu şirketi de dahil olacaktır. Kimi zaman okul sistemleri, adli sistemleri, sigorta sistemleri yabancı şirketlere satılır. Bu,
ikili – üçlü – dörtlü bir darbedir!
İran – 1953
Ekonomik Tetikçi’lerin ortaya çıkışı, 50’lerin başında Muhammed Musaddık’ın İran’da demokratik olarak seçilmesiyle başladı. Ortadoğu ve tüm dünyada “Demokrasi için
Umut” olarak addedildi. Time dergisi onu yılın adamı seçti. Ancak yapmaya çalıştığı şeylerden biri şuydu; yabancı petrol şirketlerinin İranlılara petrol için bir sürü para
ödemesiydi ve İranlılar kendi petrollerinden kar sağlayacaklardı. Garip bir politika. Tabii ki biz bunu beğenmedik. Normalde yaptığımız gibi asker göndermekten de
korktuk. Asker yerine CIA ajanı Kermit Roosevelt’i, Teddy Roosevelt’in akrabasını yolladık. Kermit birkaç milyon dolarla gitti, çok ama çok etkili ve becerikliydi, kısa bir
süre sonra Musaddık’ı devirdi. Onun yerine petrolü sorun yapmayacak olan İran Şahı’nın getirilmesini sağladı. Durum gerçekten de çok etkileyiciydi. İran’da ayaklanma.
“İnsanlar Tahran’a yürüyorlardı. Subaylar, Musaddık’ın teslim olduğunu ve diktatörlük rejiminin sona erdiğini bağırıyordu. Şah’ın resimleri sokaklarda gezdirilerek duygular
tersine çevrildi. Şah, evinde hoş karşılandı.” ABD’de ise, insanlar birbirlerine bakıp “Vay! Bu hem ucuz hem de kolay bir iş oldu” dediler. Bu da ülkeleri yönlendirerek bir
imparatorluk yaratmak için kullanılmaya başlayan yepyeni bir yöntem oldu. Roosevelt’in tek problemi CIA ajanı kimliği taşımasıydı. Eğer yakalansaydı, sonuçları çok ciddi
olabilirdi. O noktada hızla, özel danışmanlar kullanılmasına karar verildi. Parayı Dünya Bankası, IMF veya benzer diğer şirketlere kanalıyla, benim gibi özel şirketler için
çalışan insanlara getirttiler. Böylece, eğer yakalanırsak, kesinlikle ABD hükümetiyle bağlantılı olduğumuz anlaşılamayacaktı.
Guatemala – 1954
Arbenz, Guatemala’nın başkanı olduğunda ülke neredeyse tamamıyla United Fruit Şirketi’nin ve büyük uluslararası şirketlerin elleri arasındaydı. Arbenz geldi ve dedi ki:
“Biliyorsunuz, biz topraklarımızı insanlarımıza vermek istiyoruz.” Başa geçince, tam olarak yapmak istediklerini uygulamaya başladı, toprakları insanlarına geri verdi.
“United Fruit” bundan hiç hoşlanmadı, bir halkla ilişkiler şirketi kiraladılar, ABD halkına, basınına ve kongresine yönelik Arbenz’in bir Sovyet kuklası olduğunu söyleyen
büyük bir kampanya başlattılar. Bu kampanyayla insanları, eğer Arbenz’in orada kalmasına izin verilirse, Guatemala’nın Sovyetlerin bu yarımküreye ayak basacağı yer
olduğuna inandırdılar. Bu noktada, herkesin aklına kızıl terör, komünist terör korkusu yerleştirildi. Kısa kesersek, bu halka ilişkiler kampanyası, sonuçta, CIA ve ABD
ordusunun üzerine bu adamın devrilmesi gerekliliği görevini yükledi. Ve yaptık. Uçaklar yolladık, askerler yolladık, casuslar yolladık, onu devirmek için gereken her şeyi
gönderdik ve devirdik. O yönetimden uzaklaşır uzaklaşmaz, yerine gelen, her şeyi uluslararası şirketlere göre eski haline getirdi. United Fruit da bunların arasındaydı.
Ekvator – 1981
Ekvator, yıllarca ABD destekli diktatörlerce yönetildi. Genelde çok zorbaydılar. Daha sonra gerçek bir demokratik seçim yapılmasına karar verildi. Jaime Roldos başkanlığa
aday oldu ve esas amacı, söylediğine göre, eğer başkan olursa, Ekvator’un kaynaklarının, insanlarına yardım için kullanılacağıydı. Ve seçimleri kazandı! İnanılmazdı.
Ekvator’da daha önce kimsenin alamadığı kadar çok oyla kazandı. Kendi politikasını uygulamaya başladı. Petrolden gelen karların insanlara yardım için kullanılması
konusunda çok titizdi. Tabii ki… ABD’de biz bu adamı hiç sevmedik. Pek çok Ekonomik Tetikçiden biri olarak Roldos’u değiştirmek üzere gidenlerden biri de bendim. Ona
rüşvet vermek, yola getirmek için. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. “Tamam, bildiğiniz gibi, sen ve ailen çok zengin olursunuz, eğer oyunu bizim kurallarımıza göre
oynarsanız.” “Ama söz verdiğin politikaları uygulamarsan, hiç istemezsin ama, gitmen gerekir.” Bizi dinlemedi… Suikaste kurban gitti… Uçağı düşer düşmez, bölge kordon
altına alındı. Olay mahalline sadece yakın bir merkezden gelen ABD askerleri ve bazı Ekvator’lu askerler alındı. Soruşturma açıldığında, 2 önemli görgü tanığı, ifadeleri
alınamadan bir araba kazasında öldüler. Jaime Roldos’un öldürülmesiyle ilgili pek ama pek çok garip şey vardı. Çoğu insanın bu olaya suikast olarak baktığını biliyorum.
Elbette pozisyonum gereği bir Ekonomik Tetikçi olduğumu düşünürseniz, Jaime’ye bir şey olmasını bekliyordum. Darbe veya suikast emin değildim ama onu alaşağı etmeleri
gerekiyordu. Çünkü yozlaştırılamamıştı. Buna asla izin vermiyordu.
Panama – 1981
Benim çok sevdiğim kişilerden biri olan Panama Başkanı Omar Torrijos ki çok karizmatik biriydi. Ülkesine gerçekten yardım etmek istiyordu. Ona rüşvet vermeye çalıştığım,
ya da yozlaştırmaya çalıştığım zamanlarda bana demişti ki: “Bak John” – bana Juanito derdi – “Bak Juanito, paraya ihtiyacım yok. İstediğim tek şey ülkeme adil şekilde
davranılması. ABD ülkemde gerçekleştirdiği tahribat nedeniyle insanlarıma karşı olan borcunu ödemelidir. Ben öyle bir yerdeyim ki, diğer Latin Amerika ülkelerinin de
kendi bağımsızlıklarını kazanmaları ve kuzeyden gelen bu korkunç varlığa karşı özgürlüklerini ilan edebilmeleri için lazımım. Sizin insanlarınız bizi öyle kötü şekilde
sömürüyor ki… Panama Kanalı’nın artık Panamalıların eline geçme zamanı geldi. İstediğim bu. Bu nedenle beni rahat bırak, bana rüşvet vermeye çalışıp durma.” Mayıs
1981’de, Ekvator’da Jaime Roldos suikaste kurban gitti. Omar durumun farkındaydı. Torrijos, ailesini topladı ve dedi ki: “Muhtemelen sıradaki benim ama önemli değil,
çünkü ben yapmak için geldiğim şeyi yaptım. Kanalı geri aldım. Kanal artık bizim ellerimizde.” Jimmy Carter ile müzakereleri yeni bitirmişti. Aynı yılın Haziran ayında,
sadece bir ay sonra, bir uçak kazası geçirdi. Hiç şüphesiz ki bu kaza CIA’in casusları tarafından gerçekleştirilmişti. Torrijos’un korumalarından birinin uçağa binmeden evvel
bir kayıt cihazı verdiğine dair çok fazla delil vardı. Küçük ama içinde bomba olan bir kayıt cihazı.
Venezüella – 2002
Ekonomik Tetikçilerin her geçen gün daha da becerikli olmasının yanısıra, bu sistemin senelerdir benzer şekilde devam etmesi hakikaten bana da ilginç geliyordu ki, bir
süre önce Venezüella olayıyla karşılaştık. 1998 yılında, Hugo Chavez başkan seçildi, ülkenin ekonomisi yıllardır çok kötü bir durumdaydı. Ve Chavez tüm bunların tam
ortasında başkan seçildi. ABD’nin karşısına dikilerek Venezüella petrolünün Venezüellalıların yararına kullanılması gerektiğini söyledi. Evet, biz böyle şeyleri ABD’de hiç
sevmeyiz. 2002 yılında, bir darbe girişiminde bulunuldu. Hiç şüphesiz ki bunun arkasında CIA vardı. Bu darbe girişimi Kermit Roosevelt’in İran’da yaptığının bir yansıması
gibiydi. İnsanlara sokaklara çıkmaları için para ödendi… İsyan için, protesto için, Chavez’in istenmediğini söylemeleri için. Sizin de bildiğiniz gibi, birkaç bin kişinin bunu
yapmasını sağlayabilirseniz, televizyon bunu bütün ülke çapındaymış gibi gösterebilir ve olaylar mantar gibi yayılabilir. Ama Chavez’e karşı bu başarılı olmadı, çok akıllıydı
ve halkı ondan yanaydı. Bu Latin Amerika tarihi için inanılmaz bir andı.
Irak – 2003
Irak, sistemin nasıl çalıştığını göstermek açısından mükemmel bir örnektir. Biz Ekonomik Tetikçiler, savunmanın en ön sıralarında yer alırız. İlk biz gönderiliriz.
Hükümetlerin kokuşmasını sağlamaya çalışırız ve sonra onlara sahip olmak için büyük borçları kabul etmelerini sağlarız. Eğer başarısız olursak. Panama’da, Ekvator’da
olduğu gibi bozulmak istemeyenler olursa, savunmanın ikinci hattı olan casuslarımızı salarız. Bu casuslar ya hükümeti devirirler ya da suikast düzenlerler. Bir kez bu
başarıldıktan ve yeni hükümet geldikten sonra istediğimiz yapılır, çünkü yeni gelenler eskilerin başına ne geldiğini bilirler. Irak’ta ilk iki seçenek de başarısız oldu Ekonomik
17.06.2019 yuno44907: Zeitgeist Addendum
yuno44907.blogspot.com/2012/07/zeitgeist-addendum.html 3/7
Tetikçimiz Saddam Hüseyin’i etkileyemedi. Çok çabaladık. Ona Suudi Arabistan’daki kraliyet ailesine önerilenlerin hepsini önerdik ama kabul etmedi. Böylece casuslar onu
indirmeye gittiler. Ama casuslar da başaramadılar. Güvenlik önlemleri çok iyiydi. Saddam zamanında bir kez CIA için çalışmıştı. Daha önceki Irak başkanına suikast
yapılması için kiralanmıştı. Başarısız olmuştu, ama sistemi biliyordu. Bu nedenle 1991’de asker gönderdik ve Irak ordusunu etkisiz hale getirdik. Saddam’ın pes edeceğini
sanıyorduk. Onu o zaman etkisiz hale getirebilirdik ama bunu yapmayı istemedik. O bizim sevdiğimiz cinsten güçlü bir adamdı. Kendi insanlarını kontrol edebiliyordu.
Kürtleri kontrol edebileceğini, İran’lıları sınırda tutabileceğini ve bize petrol pompalamaya devam edeceğini sandık. Artık elinde ordusu olmadığı için bizim ayağımıza
geleceğini sandık. Ekonomik Tetikçilerimiz 90’larda başarılı olamadılar. Eğer başarılı olsalardı, hala ülkesini yönetiyor olurdu. Ona istediği tüm savaş jetlerini satıyor,
istediği her şeyi veriyor olurduk ama başarılı olamadılar. Casuslar da onunla başa çıkamadılar ve bir kez daha askerlerimizi gönderdik. Bu kez işi tamamlayarak onu devre
dışı bıraktık. Kendimize öylesine bir süreç yarattık ki, çok karlı imar anlaşmaları yaptık. Ne de olsa paramparça ettiğimiz bir ülkeyi yeniden yapılandırmamız gerekiyordu.
Bu hakikaten de iyi bir iş olmuştu, özellikle de büyük inşaat şirketleriniz varsa. Anlayacağınız gibi Irak’ta üç aşama da uygulandı: Ekonomik Tetikçiler başarısız oldu,
casuslar da başarısız oldu ve son önlem olarak ordumuz ülkeye girdi.
İşte bu yöntemlerle bir imparatorluk yarattık, her şeyi çok kurnazca, gizli kapaklı yaptık. Geçmişin bütün imparatorlukları askeri güç kullanarak kurulmuş ve
genişlemişlerdir. Herkes onların bunu askeri güç kullanarak yaptıklarını bilir. İngilizler bilir, Fransızlar, Almanlar, Romalılar ve Yunanlılar… Ve hepsi de bununla gurur
duyarlar. Her zaman kendilerine göre gerekçeleri olmuştu, medeniyeti yaymak, dini yaymak, buna benzer şeyler işte.. Onların halkları her zaman bunu nasıl yaptıklarını
biliyorlardı. Ama biz bilmiyorduk. ABD’deki insanların büyük çoğunluğunun, gizli kapaklı işler çeviren bir imparatorluğun sağladığı refahla yaşadıkları konusunda en ufak bir
fikri bile yoktur. Günümüzde kölelik geçmişte olduğundan çok daha fazla. Kendinize şunu sormalısınız, eğer bir imparatorluk varsa, imparator kim? Çok açıktır ki, ABD
başkanları imparator değildir. İmparatorlar sınırlı sürelerde görev yapmak için seçilmezler, kimseye karşı sorumlulukları yoktur, kimseye hesap vermek zorunda değillerdir.
Bu nedenle bizim başkanlarımızı bu sınıflamaya alamayız. Ancak, bana göre dünyanın imparatorları diyebileceğimiz şey şirketokrasi’dir. Şirketokrasi, bizim en büyük
şirketlerimizi yönetenlerden oluşur. Ve onlar imparatorlar gibidir. Doğrudan satın alarak ya da reklam yoluyla medyayı kontrol ederler. Seçim kampanyalarını
destekleyerek politikacıların çoğunu kontrol ederler. Bunu şirketlerle veya bu şirketlerden elde ettikleri gelirle yaparlar. Seçilmediklerinden kimseye karşı sorumlulukları
yoktur, kimseye rapor vermezler ve şirketokrasinin başındakilerin özel bir şirket için mi, yoksa hükümet için mi çalıştığını asla bilemezsiniz çünkü hep yer değiştirirler.
Bunlar, bir bakarsınız Halliburton gibi çok büyük bir inşaat şirketinin yöneticisidir, bir bakarsınız ABD Başkan Yardımcısı’dır. Ya da petrol işinden gelen başkandır. Bu,
yönetimde ister Demoktratlar ister Cumhuriyetçiler olsun geçerlidir. Bu durum döner kapılar gibidir. Bir anlamda, hükümetimiz genellikle hayalidir ve politikalarımız bir
düzeyden diğer düzeye şirketler tarafından yönlendirilir. Hükümet politikalarımız şirketokrasi tarafından üretilir, bu üretilen politikalar hükümete sunulur ve yeni hükümet
politikaları halini alır. İnanılmaz boyutta gizli ilişkiler yaşanır. Bu, komplo teorisi gibi bir şey değildir. Bu insanlar bir takım senaryolar oluşturmak için bir araya gelmezler.
Hepsi tek bir varsayımdan hareket ederler: Toplum ve çevre için neye mal olursa olsun, en yüksek kazançları elde edebilmek… Borç, rüşvet ve politik tehditlerin
kullanıldığı bu şirketokrasi yönlendirmesi sürecine “Küreselleşme” diyoruz. Federal Rezerv Bankası’nın ABD halkını sürekli borç, enflasyon ve faizlerle köleliğe mahkum ettiği
gibi, Dünya Bankası ve IMF de bu işlemi küresel düzeyde yaparlar. Temel düzenek basittir: Bir ülkeyi kendi içinde bölerek borç batağına sürüklersiniz, ya da o ülkenin
liderini yozlaştırırsınız, daha sonra onları “şartlara uymaya” zorlarsınız veya birazdan göreceğiniz bazı “yapısal iyileştirme politikaları”nı uygulatırsınız.
“Devalüasyon.”
Paranın değeri düşünce, o ülkedeki her şeyin değeri düşer. Bu yerel kaynakların yağmacı ülkeler karşısındaki değerini de düşürür. Sosyal programlarda büyük kesintilere
gidilir, Bu kesintiler genellikle eğitim ve sağlık alanında yapılır. Toplumdaki bütünlük ve varlık sömürüye açık hale getirilir.
“Kamu kurumlarının özelleştirilmesi.”
Bunun anlamı sosyal açıdan önemli kurumların gelir getirmeleri amacıyla, yabancı şirketler tarafından satın alınmaları ve düzenlenmeleridir. Örneğin, 1999’da Dünya
Bankası, Bolivya hükümetine, 3. büyük şehrinin su sistemlerini ABD şirketi Bechtel’e devretmesi konusunda ısrarcı olmuştu. Devir gerçekleştikten sonra fakir halka ait
fatura bedelleri roket gibi yükseldi. İnsanlar öylesine isyan ettiler ki, sonunda Bechtel’le yapılan anlaşma iptal edildi.
Ardından sıra “ticaretin liberalleştirilmesi”ne gelir.
Diğer bir deyişle ülke ekonomisini yabancıların istilasından koruyan sınırlamaların kaldırılmasına. Bu, ülke ekonomisini bozan bir dizi girişime olanak sağlar. Örneğin, ulus
ötesi şirketlerin kendi seri üretim ürünlerini ülkeye getirebilmelerinin önü açılır. Böylece ülkenin yerel üretimi baltalanır ve yerel ekonomiler çökertilir. Buna en iyi örnek
Jamaika’dır. Dünya Bankası’nın kredilerini ve koşullarını kabul ettikten sonra, batıdan ithal edilenlerle rekabet edebilmek için en büyük ürün pazarını kaybetmiştir.
Jamaika’da bugün çiftçilerinin çoğu, büyük şirketlerle rekabet edemediği için işsiz durumdadır. Bir diğeri ise, dikkate değer bulunmayan, dayatılmış ekonomik zorluklardan
yararlanan şarlatan, üçkağıtçı fabrikaların üremesidir. Buna ek olarak, üretimdeki fiyat serbestisi nedeniyle, çevresel yıkım kaçınılmazdır. Ülkenin kaynakları duyarsız
şirketlerce sömürülür, ve geriye çevre kirliliği kalır.
Dünyanın en büyük çevre davalarından biri, 30 binden fazla Ekvatorlu ve Amazonlunun eski Texaco şirketine açtığı davadır. Daha sonra Texaco, Chevron tarafından satın
alınmıştır ama dava Texaco’nun yaptığı işlere yönelik olarak devam etmektedir. Şirketin bu bölgeye, Exxon-Valdes tankerinin Alaska’ya bıraktığından 18 kat daha fazla atık
bıraktığı tahmin edilmektedir. Bu olay bir hata değildi. Petrol şirketleri bilinçli olarak yapmışlardı; daha fazla kar etmek için uygun atık yöntemlerini kullanmamışlardı.
Dahası, Dünya Bankası’nın verimlilik kayıtlarına şöyle bir göz atarsak, kuruluş amacı fakir ülkelerin gelişmesi ve fakirliğin azaltılması olduğu halde, fakirlik ve gelir
dengesizliklerini arttırırken şirket karlarını da yükselttiğini görürüz. 1960’da dünyanın en zengin beş ülkesinin gelirlerinin, en fakir beş ülkenin gelirlerine oranı 30’a 1’di.
1998’de bu oran 74’e 1 oldu. 1970-1985 arasında Küresel Gayrisafi Milli Hasıla (GSMH) % 40 artarken, dünyadaki yoksulluk % 17 artmıştır. 1985’ten 2000’e günde 1 dolardan
az gelirle yaşayan insan sayısı % 18 artmıştır. ABD Kongresi Birleşik Ekonomi Komitesi bile, Dünya Bankası projelerinin başarı oranının ancak % 40’ı bulabildiğini kabul
etmiştir. Dünya Bankası, 1960’ların sonunda Ekvator’a büyük krediler vermişti. Geçtiğimiz 30 yılda Ekvator’daki fakirlik oranı % 50’den % 70’e çıkmıştır. Aynı dönemde işsizlik
% 15’ten % 70’e fırlamıştır. 240 milyon dolar olan ulusal borç 16 “milyar” doları bulmuş, kaynaklardan fakirlere ayrılan oran % 20’den % 6’ya düşmüştür. Sonuçta 2000 yılı
itibariyle, Ekvator, ulusal bütçesinin % 50’sini borçlarını ödemeye ayırmak zorunda kalmıştır. Dünya Bankası’nın aslında bir ABD bankası olduğu ve ABD’nin çıkarlarını
desteklediği gerçeği artık kabul edilmelidir. Dünya Bankası’nın en büyük kaynak sağlayıcısı olduğu için, ABD’nin alınan kararları veto etme yetkisi vardır. Peki ABD bu parayı
nereden buluyor?
Hadi bir tahmin yapalım: Kısmi Rezerv Sistemiyle yoktan var ediyor. Yıllık Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYİH) göre dünyanın en iyi 100 ekonomisinin, 51 tanesi şirketlerdir.
Bu 51 şirketten 47’si ABD kökenlidir. Walmart, General Motors ve Exxon gibi şirketler, Suudi Arabistan, Polonya, Norveç, Güney Afrika, Finlandiya, Endonezya ve benzer
ülkelerden ekonomik olarak daha güçlüdürler. Ve artık ticari koruma kalkanları da kaldırıldığından, para birimleri bir arada çalkalanmakta ve uluslararası pazarda manipule
edilmekte, ABD’li ekonomiler küresel kapitalizmi kendi lehine çevirmekte ve böylece imparatorluk daha da büyümektedir. Küçük 55 ekran televizyonunuzun önünde ayağa
kalkıp, ABD ve demokrasi adına yaygara koparabilirsiniz! ABD yok! Demokrasi yok! Sadece IBM, ITT, AT&T, Dupont, Dow, Union Carbine ve Exxon var. Günümüz dünyasının
ulusları bunlardır. Ruslar, Meclislerinde ne konuşuyorlar sanıyorsun? Karl Marx mı? Onlar da tıpkı bizler gibi program tablolar çıkarıyorlar, teoriler geliştiriyor, çözümler
üretiyorlar, ticari işlerinin ve yatırımlarının fiyat-maliyet olabilirlikleri üzerinde çalışıyorlar. Artık ulusların ve fikirlerin dünyasında yaşamıyoruz Bay Beale. Dünya, iş
dünyasının kanunları ile tanımlanan bir şirketler birliği. Artık Dünya bir iş, Bay Beale… Toplu olarak değerlendirirsek dünyanın birleşmesi, özellikle de ekonomik olarak
küreselleşmesi ve Serbest Pazar kapitalizminin özellikleri, kendi doğruluğu içerisinde “imparatorluk” değişkenini göstermektedir. Pek azımız Dünya Bankası’nın, IMF’nin
“yapısal düzenlemeleri” ve “şartlarından” veya Dünya Ticaret Örgütü’nün tahkimlerinden kaçabilmiştir. Bu uluslararası kuruluşlar bir yandan ekonomik küreselleşmenin ne
olması gerektiğini belirlerken, ne iştir ki yetersiz kalmışlardır… Küreselleşmenin gücü karşısında, eşitsiz bir şekilde olsa bile, tüm ulusların ekonomilerinin tek bir küresel,
serbest pazarlama sisteminde bütünleşmeye başladığını görmek üzereyiz.
Jim Garrison (ABD Dünya Forumu Başkanı)
Dünya bir avuç şirket tarafından ele geçirilmekte, ve yaşamamız için gereken doğal kaynaklar bunlar tarafından belirlenirken, bu kaynakları elde etmek için gereken para
da onlar tarafından kontrol edilmektedir. En sonunda insan hayatı yerine finans ve şirket gücü üzerine kurulu dünya tekeli olacaktır. Eşitsizlik arttıkça, doğal olarak daha
fazla insan umutsuzluğa düşmektedir. Böylece bu düzen, sistemle çatışan insanları yeni bir yaşam tarzı oluşturmaya zorlamakta. Bu da “Teröristlerin” doğmasına neden
olmaktadır. “Terörist” terimi, düzenle çatışan bir insan ya da bir grup için kullanılan içi boş bir tanımlamadır. Bu kurgusal “El-Kaide” ile karıştırılmamalıdır. Aslında “El
Kaide” 1980’lerde ABD tarafından desteklenen Mücahitler’in bilgisayar kayıtlarındaki adıdır. Gerçek şudur ki, “El Kaide adında bir İslam ordusu veya terörist bir grup yoktur.
Tüm istihbaratçılar bunu bilmektedir. Ama toplumu böyle bir örgütün var olduğuna inandırmak için, ABD tarafından desteklenen bir propaganda kampanyası
sürdürülmektedir.”
Pierre-Henry Bunel
Eski Fransız Askeri İstihbaratçısı
2007’de, ABD Savunma Bakanlığı, küresel terörle savaş için 161.8 milyar dolar harcamıştır. ABD Ulusal Anti-terör Merkezine göre, 2004’de tüm dünyada terörist eylemler
nedeniyle yaklaşık 2000 kişi öldürülmüştür. Bunların 70 tanesi ABD’lidir. Bu rakamı genel ortalama olarak ele alırsak, bir senede fıstık alerjisinden ölenlerin sayısı, terörist
eylemler nedeniyle ölenlerin 2 katıdır. ABD’de başlıca ölüm nedeni olan kalp-damar hastalıklarıından her yıl 450 bin kişi ölmektedir. 2007’de bu konuyla ilgili araştırmalara
hükümetin ayırdığı para ise 3 milyar dolar civarındadır. Yani ABD 2007’de, kalp-damar hastalıklarından korunmak için harcadığının 54 kat fazlasını terörizm için harcamıştır.
Her yıl kalp damar hastalıklarından ölenlerin sayısı, terörden ölenlerin sayısına göre 6600 kat fazla olmasına rağmen. Ancak, ABD’nin çıkarlarına karşı en ufak bir girişimde
bulunulması, terörizm ve El Kaide’ye bağlanarak neredeyse tüm haberlerde yer almaktadır. Böylece mit giderek büyümektedir! 2008 ortalarında ABD Başsavcısı, ABD
Kongresine bu hayali düşmana karşı savaş açılmasını önerdi, Temmuz 2008 itibarı ile ABD olası terörist listesinde güncel olarak, 1 milyonun üzerinde insan olduğundan hiç
bahsetmeden. Adına “Terör Karşıtı Önlemler” denilen bu şeylerin, sosyal korumayla hiç bir ilgisi yoktur. Kurulu düzen adına yapılan her şey, açgözlülük ve hırs temeline
dayalı olarak kurulmuş şirketler imparatorluğunun, dünyayı sömüren yayılımcılığını, yurt içinde ve yurt dışındaki, Anti-Amerikan harekete karşı korumak içindir. Dünyanın
gerçek teröristleri gece yarısında karanlıklarda buluşmazlar. Veya şiddet eylemlerinden önce “Allah-u ekber” diye bağırmazlar. Dünyanın gerçek teröristleri 5000 dolarlık
takım elbiseler giyerler, ve finans dünyası, hükümet ve iş hayatının en yüksek pozisyonlarında çalışırlar. Öyleyse, ne yapacağız? Bu güçlü, sürekli büyüyen açgözlülük ve
kokuşmuşlukla dolu sistemi nasıl durdurabiliriz? Wall Street’in çıkarları için enerji kaynaklarını ve uyuşturucu üretimini kontrol eden, Irak’ta ve Afganistan’da milyonlarca
insanın katledilmesi karşısında hiçbir şey hissetmeyen, bu sapkın şirketokrasi grubunu nasıl durdurabiliriz? 1980’den önce Afganistan’da Dünya’daki uyuşturucunun % 0’ı
üretilirken, Sovyet/Afgan savaşını ABD/CIA destekli Mücahitler’in kazanmasıyla, 1986’da Dünya’daki eroinin % 40’ı üretmeye başladı. 1999’da bu oran % 80’e yükseldi. Ancak,
beklenmedik bir şey oldu… Taliban güçlendi ve 2000’de haşhaş tarlalarının çoğunu imha etti. Üretim % 94’lük gerilemeyle 3000 tondan 185 tona düştü. 9 Eylül 2001’de,
Afganistan’ı işgal planı başkan Bush’un masasındaydı. 2 gün sonra bahaneleri hazırdı. Günümüzde, ABD kontrolündeki Afganistan, dünya eroininin % 90’ından fazlasını
sağlayarak, her yıl üretim rekorları kırmaktadır.
Böylesine açgözlülük ve kokuşmuşlukla dolu, Madison Bulvarı’nın çıkarları uğruna, fakir ülke insanlarını “kölelik fabrikaları” haline getiren bir sistemi nasıl durdurabiliriz?
Veya gerekçeler oluşturmak için yalancı terörist saldırılar düzenleyen mühendisleri? Veya temelinde sömürüyü barındıran “Alçakgönüllü Tutum”lar içeren sosyal
operasyonları? Veya sistematik olarak azaltılan özgürlükleri ve insan hakları ihlallerini? Gizli-saklı işler çeviren sayısız kuruluşla nasıl başa çıkabiliriz? Counsil on Foreign
Relations, The Trilateral Commission, Bilderberg Grubu ve diğer demokratik olarak seçilmemiş, kapalı kapılar ardında hayatımızın politik, finansal, sosyal ve çevresel
öğelerini kontrol eden bu gruplarla? Yanıta ulaşmak için, öncelikle bu durumun altında yatan gerçek nedenleri bulmalıyız. Problemin kaynağı bencil, kokuşmuş, güç ve kar
amacına dayalı gruplar değildir… Onlar hastalığın belirtileridir!
Bölüm III
“Açgözlülük ve rekabet insan doğasının değişmez yapısı değildir. Aslında tamah ve para kıtlığı yaratılmaktadır ve yaygınlaştırılmaktadır. Bunun sonucunda, yaşayabilmek
için birbirimizle kavga etmemiz gerekmektedir.”
17.06.2019 yuno44907: Zeitgeist Addendum
yuno44907.blogspot.com/2012/07/zeitgeist-addendum.html 4/7
Bernard Liertaer
Avrupa Birliği Para Sisteminin Kurucusu Benim adım Jacque Fresco, endüstriyel tasarımcı ve toplum mühendisiyim. İnsanlık için kalıcı bir sistem geliştirme konusuyla
yakından ilgileniyorum. Her şeyden önce belirtmeliyim ki yozlaşma kavramı parasal sistemin ürünüdür. İnsanların iyiliğini yok etmeye yönelik sapkın davranışların
nedenidir. Uğraştığınız şey insan davranışlarıdır ve insan davranışları çevre tarafından belirlenir. Yani, Seminole Kızılderililerinin yanında büyümüş bir bebek olsaydınız,
başka bir şey görmemiş olsaydınız, onların değer yargılarına sahip olurdunuz. Bu durum uluslar, bireyler ve çocuklarını eğitmeye çalışan aileler için de geçerlidir. O
insanların o ülkedeki kaderleri ve kendilerini o ülkenin bir parçası gibi hissedip hissetmemeleri ve bir toplum oluşturmaları, bu toplumu kurduk demeleri bundan
kaynaklanır. Aslında toplum kurmak işlevsel bir bakış açısı olabilir ve sürekliliği istenebilir. Ama unutulmamalıdır ki, toplumlar kurulmamıştır, kendiliğinden gelişerek
oluşurlar. Bunun sonucu olarak kurulu düzen, kendisi dışında kalan yeni fikirlerle savaşır. Hükümetler kendilerini güçlü kılacakları seçmeye çalışırlar. Yönetime seçilenler,
bir şeyleri değiştirmek için seçilmezler. Onlar oraya düzenin devam etmesini sağlamak için getirilirler. Yozlaşmanın kaynağının kendi toplumumuz olduğunu görüyorsunuz
değil mi? Daha netleştirirsem: Bütün uluslar temelde yozlaşmıştır, çünkü var olan kurumları desteklemektedirler. Burada ulusları batırmak ya da çıkarmak niyetinde
değilim, fakat komünizm, sosyalizm, faşizm, serbest piyasa sistemi ve diğer tüm alt kültürler aynıdır. Hepsi temelde yozlaşmıştır… Sosyal kurumlarımızın en temel
karakteristiği, kendi varlıklarını korumaktır. Bu kurumlar, şirketler, dini kuruluşlar ya da hükümetle işbirliği yaparak, esas olarak kendi varlıklarının devamına önem
verirler. Örneğin; bir petrol şirketi enerji kullanımının kendi kontrolünün dışında olmasını istemez. Çünkü bu durumda şirket halk için önemsiz hale gelir. Aynı şekilde soğuk
savaş ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü gerçekte, ABD’nin küresel hegemonyasını ve kurulu ekonomik düzenini ebediyen koruyabilmesi için gerekliydi. Benzer şekilde dinler,
insanları doğal eğilimlerinden dolayı suçlu hissetmelerine koşullandırır. Hepsi bağışlanmanın ve kurtuluşun tek yolunun kendileri olduğunu söylerler. Kendi kendini koruyan
bu düzenin kalbinde parasal sistem yatar. Var olmanın ve gücün koşulu paradır. Bu nedenle, fakir birinin yaşamak için çalmak zorunda kalması doğaldır. İstenen tek şey
karlılığının devam etmesidir. Doğal olarak kar bazlı kurumlardan vazgeçmek zordur. Bu, sadece büyük insan gruplarının yaşam mücadelesini tehlikeye atmakla kalmaz,
güce dayalı imrenilen maddeci hayat tarzını da tehlikeye atar. Sosyal olarak gerekliliğine bakılmaksızın bir kurumun var olabilmesinin kesin koşulu, para kazandırır veya kar
ettirir olmasıdır.
“Endüstri”
“Benim çıkarım ne?” insanların düşündüğü bu. Eğer bir ürünü satarak para kazanıyorsa, kendi gelirini tehlikeye atacak benzer ürünü satan diğerleriyle savaşacaktır. Bu
yüzden insanlar dürüst değildir ve birbirlerine güvenmezler. Biri gelip de size derse: “Tam aradığınız evi buldum.” O bir satıcıdır. Bir doktor “böbreğinizi almalıyız”
dediğinde, bunu yatının parasını ödemek için mi, yoksa gerçekten böbreğimin alınması gerektiği için mi dediğini bilmem mümkün değildir. Parasal sistemde insanlara
güvenmek zordur. Eğer dükkanıma gelirseniz ve desem ki; “Bizdeki lamba güzel ama yan dükkanda daha iyisi var. ” İş hayatında uzun kalamam. İşler yürümez. Ahlaklı
davranırsam, işler yürümez. Bu bağlamda “sanayi sektörü insanlığa hizmet etmektedir” derseniz, bu doğru olmaz. Ahlaklı olmaya güçleri yetmez çünkü yok olurlar. Şu anda
geçerli olan sistem insanların yararı için tasarlanmamıştır. Eğer hala anlayamadıysanız, insanları önemseselerdi, ortada taşeronlar olmazdı. Endüstri umursamaz. İnsanları
işe almalarının sebebi henüz otomasyona geçmemiş olmalarıdır. “Terbiyeden ve ahlaktan bahsetmeyin, gücümüz yetmez ve iş hayatında kalamayız. ” Şunu saptamak
önemlidir: Sosyal sistem ne olursa olsun, faşist, sosyalist, kapitalist veya komünist olsun, altta yatan mekanizma: para, iş gücü ve rekabettir. Komünist Çin, ABD’den daha
az kapitalist değildir. Aradaki tek fark devletin pazara girme derecesidir. Gerçek olan şudur: Ülkelerin çıkarlarını yönlendiren asıl mekanizma “Para-izm”dir. Bu saldırgan ve
egemen Para-izm’in diğer bir çeşitlemesi ise Serbest Piyasa Sistemi’dir. Adam Smith gibi serbest piyasa ekonomisinin temel bakış açısını ortaya koyanlar şunu savunurlar:
“Kişisel çıkarlar ve rekabet toplumun refaha kavuşmasını sağlar.” “Çünkü rekabet insanları sahip olduklarını ellerinde tutmaya yönlendirir.” Ancak, üzerinde hiç
konuşulmayan şey, rekabete dayalı bir ekonominin sonunda, stratejik yozlaşma, zenginlik üzerinde hakimiyet, sosyal katmanlaşma, teknolojik durağanlık, işgücü suistimali,
ve zengin elitlerin kontrolündeki hükümet diktatörlüğü ile sonlanmasıdır. “Yozlaşma” kelimesi, genelde ahlaki çarpıklık olarak tanımlanır. Eğer bir şirket daha az para
harcamak için okyanusa zehirli atık bırakırsa, herkes buna “bozuk davranış” der. Güç algılanan bir diğer husus ise, “Walmart” bir kasabaya şube açıp, rekabet edemeyen
küçük işletmeleri kapanmaya zorladığında, işsizliğe neden olur. Walmart’ın yaptığı kötülük nedir? Yok ettikleri küçük işletmeleri neden önemsesinler ki? Ya da yeni bir
makine nedeniyle bir insanın işten çıkarılması, böylece makinenin o işi daha ucuza yapması, Bu gibi durumlar insanlar tarafından doğal karşılanır. Bunun acımasız-yanlış bir
davranış olduğunu görmezler. Çünkü temelde, ister zehirli atıkları okyanusa bırakın, ister tekel girişimlerinde bulunun, ister işgücünü azaltın, bunların hepsinin gerekçesi
aynıdır: Kar sağlamak. Bunların hepsi kendini koruma içgüdüsünün değişik yansımalarıdır ve her zaman insanların refahı paradan sonra gelir. Bu nedenle yozlaşma, Paraizm’in
bir yan ürünü değildir. Tam anlamıyla kendisidir!
Birçok insan bu gidişi çeşitli aşamalarında fark ederken, çoğunluk, toplumun yönelimlerini belirleyen ve sadece kendi çıkarını güden bu sistemin, iyice yayıldığının ve
dallanıp budaklandığının farkında değildir. “Bazı kaynaklar gösteriyor ki, bu şirket kesin olarak ilaçlarına AIDS virüsü bulaşmış olduğunu biliyordu. Bu ilaçları ABD’de
piyasadan kaldırdılar ve ardından Fransa, Avrupa, Asya ve Latin Amerika’da piyasaya sürdüler. ABD hükümeti bunun olmasına izin verdi, FDA[13]* bunun olmasına göz
yumdu ve şimdi hükümet tamamen görmezden geliyor. Binlerce masum hemofili hastası AIDS virüsü yüzünden öldü. Şirket ilaçlara AIDS virüsü bulaşmış olduğunu kesinlikle
biliyordu. Bunu yaydılar çünkü, bunun kar getiren bir felakete dönüşmesini istediler.” Gördüğünüz gibi, insanlar yozlaşmanın içinde yetişiyorlar. Hepimiz birbirimizi
kazıklıyoruz ve bu tip davranışların toplum düzenine uygun davranışlar olduğunu kabul edemeyiz.
“Politika”
Kime oy vereceğini bilememe duygusu. Bunu hissedenler demokrasi kuralları çerçevesinde düşünürler. Ama Para Bazlı Ekonomide demokrasinin uygulanması imkansızdır.
Eğer partinizin seçim kampanyası için daha fazla para harcarsanız, hükümette de istediğiniz göreve gelirsiniz. bu demokrasi değildir. Bu parası olanlara hizmet eder ve her
zaman zengin elitlerin diktatörlüğü olur. “Ya demokrasiye sahip olabiliriz ya da bütün zenginlikleri elinde tutan bir kaç kişiye, ama ikisi birden olmaz.” Louis Brandeis
Yüksek Mahkeme Yargıcı Başkanlık adayları listesine daha önce görmediklerimizin mucizevi şekilde girmesi, değinilmesi gereken enteresan bir gözlemdir. Nasıl olduysa yine
aynı sosyal görüşte olan, çok zengin insanlardan oluşan bir gruptan seçim yapmak durumunda kaldınız. Tabii ki bu bir şaka… Seçim pusulasındaki insanlar da aynıdır. Çünkü
ekonomi devleri tarafından düzene uyacak olanlar önceden belirlenir. Demokrasinin bu kandırmacasını kavrayanlar bile sık sık, “eğer dürüst ve ahlaklı politikacıları
seçersek, o zaman işler yoluna girer” der. Bu fikir mantıklı gelse de, kurgulanmış bir yaklaşımdır ve maalesef yanlış bir düşüncedir. Gerçekten neyin önemli olduğuna
gelirsek, politika kurumunun ve politikacıların, dünyamızı ve toplumumuzu güzelleştirmekle, geliştirmekle alakaları yoktur. Problemleri çözebilecek olanlar politikacılar
değildir. Teknik olarak kapasiteleri uygun değildir. Problemlerin nasıl çözüleceğini bilmezler. Samimi olsalar bile, problemleri çözmeyi bilmezler. Arıtma tesislerini
yapanlar teknisyenlerdir. Elektriği size sunanlar teknisyenlerdir. Motorlu taşıtlarınızı size veren, evinizin ısınmasını ve yazın serinlemesini sağlayan, sorunları çözen
teknolojidir, politikacılar değildir. Politikacılar sorunları çözemezler, çünkü bunun için yetiştirilmemişlerdir. Çok az insan hayatlarımızı iyileştiren şeyin ne olduğunu durup
düşünür. Para mı? Tabii ki değil. Kimse parayı yiyemez veya parayı depoya koyup arabayla gezemez. Politika mı? Politikacıların bütün işi yasalar çıkarmak, bütçe
ayarlamaları yapmak veya savaş ilan etmektir. Din mi? Tabii ki değil. Din, ihtiyacı olanlara manevi teselli sağlamaktan başka hiçbir işe yaramaz. Bizim sahip olduğumuz en
önemli şey, hayatlarımızın güzelleşmesini sağlayan yegane şey teknolojidir. Teknoloji nedir? Teknoloji bir kalemdir, haberleşebilmek ve iletebilmek için düşünceleri kağıt
üzerine aktaran. Teknoloji bir otomobildir, ayaklarınızın sunduğundan daha hızlı seyahat imkanı sunan. Teknoloji bir gözlüktür, ihtiyacı olanlara görme kabiliyeti sağlayan.
Teknoloji, insanların ihtiyaçlarının uzantısıdır. İnsanları angarya ve problemlerden kurtarır, harcanan emeği azaltır. Bugün telefon olmasa hayatınızın nasıl olacağını hayal
edin veya bir ocağın veya bilgisayarın veya uçağın. Evinizdeki her şey, kapı zilinden masaya, bulaşık makinesine, teknisyenlerin yaratıcı, bilimsel zekalarıyla üretilmiş olan
teknolojidir. Para, politika veya din değildir. Bunlar yanlış kurumlardır… Milletvekilinize mektup yazmanız fantazidir. Size derler ki, “Bir şey yapılmasını istediğinizde
milletvekillerinize yazın.” Politikacılar teknolojide çok ileri olmalılar ya da insanlıkta ya da suçu önlemede ya da insan davranışına şekil veren bütün etmenlerde.
Milletvekilinize yazmak zorunda değilsiniz. Onlar ne tip insanlardır ki, o işi yapmak için tayin edilmişlerdir! Gelecekte bizi büyük zorluklar bekliyor. Bu duruma
politikacıların yaklaşımı şöyledir: “Proje kaça mal olacak?” Soru “Kaça mal olacağı” değildir. Soru “Kaynaklara sahip miyiz?” dir. Bugün elimizdeki kaynaklarla herkesi ev
sahibi yapabiliriz, dünyanın her yerine hastaneler yapabiliriz, okullar yapabiliriz. Gelişmiş laboratuvarlarda araştırmalar yapılmasını ve tıp eğitim verilmesini sağlayabiliriz.
Gördüğünüz gibi, her şeye sahibiz ama parasal bir sistemin içindeyiz ve parasal sistemin içinde çıkar vardır. Bencillikle birlikte çıkar düzenini yaşatan ana mekanizma
nedir? Özündeki rekabetçiliği barındıran gerçek şey nedir? Yüksek verimlilik ve dayanıklılık mı? Hayır. Yapısında böyle bir şey yoktur. Kar amaçlı toplumumuzda üretilen
şeyler dayanıklı veya verimli değildir. Öyle olsaydı, bir yılda milyar dolarları bulan otomobil servis endüstrisi olmazdı. Ne de daha modası geçmeden bozulan ve ömrü 3
aydan daha az olan elektronik malzemeler olurdu. Bolluk mu? Kesinlikle değil. Bolluk, arz-talep dengesini bozan olumsuz bir şeydir. Eğer bir elmas şirketi normalden 10 kat
fazla elmas çıkartırsa, bu elmas arzının artmasına neden olur. Bu da elmasın fiyatının ve getirdiği karın düşmesi anlamına gelir. Gerçek şudur; verimlilik, dayanıklılık ve
bolluk çıkar ve kar dünyasının düşmanıdır. Bir cümleyle özetlersek; “Kar oranlarını arttıran kıtlıktır.” Kıtlık Kıtlık nedir? “Kıtlık” ürünleri daha değerli yapar. Petrol
üretiminin yavaşlaması, petrolün fiyatını arttırır. Elmasın az bulunması fiyatını yüksek tutar. Kimberly elmas madeninde elmasları karbon haline gelene kadar yakarlar.
Böylece elmas fiyatlarını yüksek tutarlar. O zaman, endüstri için yararlı bir durum olan “kıtlık” gerçekten varsa ya da suni olarak yaratılıyorsa, bu toplum için ne anlama
gelir? Anlamı şudur; sağlam bir yapı ve bolluk, bu kar amaçlı sistemde asla ve asla var olamayacaktır. Bu sistemin doğasına terstir. Bu sistemde, savaşın ve yoksulluğun
olmadığı bir dünya imkansızdır. Bu sistemde, etkinliğine ve üretkenliğine rağmen teknolojik ilerleme de imkansızdır. En çarpıcı olansa, insanlardan gerçekten ahlaklı ve
doğru davranmalarını beklemek imkansızdır. “İnsan doğası mı, insan davranışı mı?” İnsanlar “içgüdü” kelimesini kullanırlar çünkü davranışı önemsemezler. Otururlar, eksik
bilgileriyle değerlendirme yaparlar ve şöyle derler: “İnsanlık kendine bir yol çizdi.” “Hırs doğal bir şeydir.” Sanki yıllarca üzerinde çalışma yaptılar. Bu onlar için elbise
giymek kadar doğaldır. Bizim istediğimiz ise, problemlerin sebeplerini ortadan kaldırmaktır. Açgözlülüğü, bağnazlığı, önyargıları, birilerinin sırtından geçinmeyi, elit
grupları ortadan kaldırmak, hapishanelere olan ihtiyacı ortadan kaldırmak ve refahı sağlamaktır. Bu sorunlar daima vardı çünkü hep kıtlık içinde ve kıtlığı yaratan para
sistemiyle yaşadık. Eğer sosyal saldırganlaşmayı yaratan koşulları tamamen yok ederseniz, var olamaz. Biri çıkar ve der ki: “Dinleyin, bunlar doğuştan mı?” “Hayır değil.”
İnsan doğası yoktur, insan davranışları vardır ve bu tarih boyunca değişim göstermiştir. Bağnaz, açgözlü veya kin dolu olarak dünyaya gelmediniz. Bunları toplumdan
aldınız. Savaş, yoksulluk, açlık, mutsuzluk, insanların ızdırabı parasal düzende değişmeyecektir. Olsa da çok küçük değişimler olacaktır. Ben kültürümüzü ve değerlerimizi,
dünyanın taşıyabileceği kapasite doğrultusunda yeniden tasarlamaktan bahsediyorum. Dünyayı bazı insanların fikirlerine veya bazı politikacıların söylemlerine göre
şekillendirmekten ya da dinsel heveslerin, insan sorunlarına çözüm getirmesinden söz etmiyorum.
İşte “Venüs Projesi” bunun hakkındadır. Bu projede bahsedilen toplum, tüm eski batıl inançlarından, bir yere sıkıştırılmaktan, hapsedilmekten, polis zulmünden ve
kanunlardan kurtulmuş bir toplumdur. Bu toplumda bütün kurallar, kısıtlamalar, borsa simsarlığı, bankerlik, reklamcılık gibi meslekler sonsuza dek yok olup gidecekler.
Neden mi? Çünkü artık onlara ihtiyaç kalmayacak. İnsanı özgürleştiren, yaşam kalitesini arttıran şeyin, insan yaratıcılığının ürünü olan teknoloji olduğunu anladığımızda,
dünya kaynaklarının akıllı şekilde yönetilmesine odaklanmamız gerektiğini algılayacağız. Çünkü refahımızı devam ettirecek her şeyi bu kaynaklardan elde ediyoruz. Bunu
anladıktan sonra, bu kaynaklara ulaşmada asıl engelin para olduğunu ve her şeyin farazi bir bedeli olduğunu görürüz. Bu kaynaklara ulaşmak için neden paraya
gereksinmemiz var? Mevcut ya da olabileceği düşünülen kıtlık nedeniyle olabilir mi? Genellikle ABD’de hava ve musluk suyu için para ödememekteyiz. Her ikisinden de bol
bol var. Bu nedenle satmak son derece anlamsız olurdu. Mantıklı konuşmak istersek, eğer kaynaklar ve teknolojiler yaşantımızdaki her şeyi yaratmak için kullanılabiliyorsa;
örneğin, evler, kentler, ulaşım vb. için çok çok yeterli olacaklardır. Herhangi bir şeyin satılması gerekmeyecektir. Benzer şekilde, otomasyon ve makineler teknolojik
olarak çok geliştirilirse ve insan iş gücüne gerek kalmazsa, iş bulmak gibi bir sorun da kalmayacaktır. Bu tür sosyal konularla yeterince ilgilenilirse, para kazanmak için
ortada bir neden kalmayacaktır. Ve nihai soruya geliriz: “Dünya üzerinde yeterince kaynak ve teknolojik kavrayış var mı ki, refah içinde yaşayacak bir toplum yaratabilelim?
Bu öyle bir toplum olsun ki, hali hazırda kullandığımız şeylerin bir fiyat etiketi olmasın ve bunları elde etmek için iş bulmak zorunda da kalmayalım.” Evet var! Bunları
gereken en alt düzeyde sağlayabilecek kaynak ve teknolojimiz var. Hatta yaşam standartlarını o kadar yükseltebiliriz ki, gelecekte insanlar dönüp şu an yaşadığımız
zamana baktığında, ne kadar ilkel ve az gelişmiş bir toplumda yaşamışlar diyeceklerdir.
Venüs Projesi’nin amacı, günümüz bilgileriyle güncellenmiş tamamen farklı bir sistemin tasarlanmasıdır. Bilim adamlarına hiç “Sıkıcı ve monoton işlerin ortadan kaldırıldığı
bir toplumu nasıl tasarlarsınız?” diye sormadık. “Ulaşım sırasındaki kazaların olmamasını nasıl sağlarız?” diye sormadık. Veya “İnsanların yüksek standartlarda yaşamasını
nasıl sağlarız?” diye. Veya “Besinlerdeki zehirli maddeleri nasıl ortadan kaldırırız?” diye. Veya “Temiz ve daha etkin başka enerji kaynaklarının bulunmasını.” istemedik.
17.06.2019 yuno44907: Zeitgeist Addendum
yuno44907.blogspot.com/2012/07/zeitgeist-addendum.html 5/7
Bunların hepsi yeni bir sistemde yapılabilir. “Kaynak Tabanlı Ekonomi” “Parasal Sistem” ile “Kaynak Tabanlı Ekonomi” arasındaki en büyük fark, “Kaynak Tabanlı Ekonomi”in
insanlarla ve onların refah düzeyleriyle ilgili olmasıdır. Buna karşın “Parasal Sistem” o kadar bozulmuştur ki, insanlıkla ilgili her şey ikincildir. Üretime dair her şey ne kadar
para kazandırdığına bağlıdır. Toplumdaki sorun, eğer çözüldüğünde para kazandırmıyorsa, bu uygulanmamaktadır. “Kaynak Tabanlı Ekonomi” bugüne kadar denenmiş
şeylerden hiçbirine benzememektedir. Elimizdeki teknolojinin yardımıyla bolluk yaratabiliriz. Herkesin hayat tarzını daha iyi hale getirebiliriz. Teknolojiyi akıllıca
kullanırsak tüm dünyaya bolluk sunabilir, çevremizin de korunmasını sağlayabiliriz. Bu çok değişik bir sistem, ve hakkında konuşması da çok zor. Çünkü toplumlar henüz
teknolojinin olanakları hakkında doğru bilgilendirilmiyorlar.
“Enerji”
Günümüzde fosil yakıtları kullanmak zorunda değiliz. Çevreyi kirletecek hiçbir şeyi kullanmak zorunda değiliz. Mevcut pek çok enerji formu var. İçinde yaşadığımız sistem
tarafından kullanmaya mecbur bırakıldığımız alternatif enerji çözümleri, hidrojen, biyoyakıtlar ve hatta nükleer gibi enerji formları, yetersiz ve tehlikeli olmalarının yanı
sıra, sermayenin oluşturduğu kar amaçlı düzeni devam ettirme amaçlıdır. Enerji şirketlerinin propagandaları ve sadece kendilerine hizmet eden çözümlerden daha ileriye
baktığımızda, kendimizi temiz, bol ve yenilenebilir bir enerji denizinde yüzer bulabiliriz. Güneş ve rüzgar enerjisi toplum tarafından çok iyi bilinmektedir. Ama bunların
gerçek potansiyelleri ile ilgili bilgiler asla vurgulanmamaktadır. Güneş enerjisi o kadar bol ki, gün ortasındaki bir saatlik ışıktan, tüm dünyanın bir yılda kullandığından daha
fazla enerji üretilebilmektedir. Bu enerjinin yüzde birini ele geçirebilsek, petrol, gaz ve buna benzer şeyleri kullanmamıza hiç gerek kalmayacak. Buradaki sorun
bulunulurluğu ile ilgili değil, kullanılması için gereken teknolojinin oluşturulmasıyla ilgilidir. Günümüzde başarıya ulaşmış, bir sürü çalışma var. Pazarı paylaşmak
istemeyen, kurulu enerji düzenince engellenmekte olmalarına rağmen. Ya rüzgar enerjisi… Rüzgar enerjisi uzun zamandır verimsiz olarak addedilmektedir ve bölgesel
olmasından dolayı, pratik değil denmektedir. Bu kesinlikle doğru değildir. ABD Enerji Bakanlığı, 2007’de ABD’nin 50 eyaletinin sadece üçünde rüzgardan doğru faydalanılsa,
elde edilen enerjinin ABD’ye yetecebileceğini kabul etti. Gel-Git ve Dalga enerjileri daha da az bilinir. Gel-Git enerjisi okyanus suyunun yükselme ve alçalmasıyla oluşur.
Enerji elde etmek için bu hareketi yakalayacak tribünler yerleştirilebilir. İngiltere’de 42 bölgenin buna uygun olduğu belirlenmiştir. Öngörüde bulunursak, İngiltere’nin
enerjisinin %34’ü, sadece gel-git gücüyle karşılanabilir. Dalga gücü, okyanuslardaki yüzey hareketlerinin enerjiye dönüştürülmesiyle elde edilmektedir. Yılda 80.000
terawatt-saat’in üstünde potansiyele sahip olduğu tahmin edilmektedir. Bu, dünyanın enerji ihtiyacının %50’sinin sadece dalga gücünden elde edilebileceği demektir. Şunu
belirtmek önemlidir ki; Gel-git, dalga, güneş ve rüzgar enerjilerinden faydalanmak için, hemen hemen hiç bir başka enerjiye gerek yoktur. Yani ne kömür, benzin, gaz,
biyodizel, hidrojen gibi değillerdir. Sadece bu dört kaynaktan, uygun teknoloji ile verimli şekilde faydalanılması, dünyaya sonsuza kadar enerji sağlayacaktır. Bunların
hepsini geride bırakacak, diğer bir temiz ve yenilenen enerji formu daha vardır. “Jeotermal Enerji” Isı madenciliği de denilen Jeotermal enerji, su kullanılan basit bir
işlemle devasa miktarda temiz enerji sağlar. 2006’da, jeotermal enerji konusundaki MIT raporuna göre, dünya’da kullanılabilir halde 13.000 zetajullük bir enerji
bulunmaktadır. Bunun 2000 zetajullük kısmına ileri teknoloji ile çok kolay bir şekilde ulaşılabilinmektedir. Dünyadaki bütün ülkelerin bir yıllık toplam enerji tüketimleri
ise, yarım zetajul kadardır. Bu da demek oluyor ki, gezegenin 4000 yıllık enerjisi, sadece bu kaynaktan elde edilebilir. Dünya’nın ısı üretiminin sürekli yenilendiğini
düşünürsek, bu enerji gerçekten sınırsızdır. Sonsuza kadar kullanılabilir. Bu enerji kaynakları temiz, yenilenebilen, kullanıma hazır olanlardan sadece birkaçıdır. Zamanla
başka kaynaklar bulabiliriz. En önemlisi ise bütün bu enerji bolluğunun kirlilik yaratmaması, idareli kullanım gerektirmemesi ve bedava olmasıdır.
Peki ya ulaşım? Toplumumuzda ulaşım, otomobil ve uçak gibi, ağırlıklı olarak fosil yakıtlar kullanan araçlarla yapılmaktadır. Otomobiller konusuna değinirsek, bir kez şarj
edildikten sonra 300 km’yi saatte 160 km hızla gidebilen elektrikle çalışan arabalar mevcuttur. Bu teknoloji uzun yıllardırdır var. Ancak, batarya patentleri pazardaki payı
belirleyen petrol endüstrisi tarafından kontrol edildiğinden ve enerji endüstrisinin yaptığı politik baskı, bu teknolojinin ulaşılabilirliği ve geliştirilmesini sınırlamaktadır.
Dünyadaki bütün araçların elektrikli ve petrole gerek duymayan, temiz enerjili olamamasına, ahlaksız kar açlığından başka hiçbir engel yoktur. Zamanla uçaklar da dahil,
bu ulaşım yöntemlerinin yetersiz, kullanışsız, yavaş ve çok fazla çevre kirliliği yarattığının farkına varacağız.
Bu bir mag-lev treni. İtici güç için mıknatıslar kullanır. Manyetik bir alanda tamamen asılıdır ve bir yolcu uçağının kullandığı enerjinin % 2’sinden daha az enerjiye ihtiyaç
duyar. Tekerlekleri yoktur, bu yüzden eskiyecek bir yeri de yoktur. Bu teknolojinin versiyonlarının, Japonya’da kullanılan en güncelinin maksimum sürati 581 km/saattir.
Ancak bu versiyon artık eskidi. Venüs Projesi ile bağlantısı olan ET3 adlı bir organizasyon, su altında veya karada, sürtünmesiz ve hareketsiz bir tüpün içinde, 6440 km/saat
hızla gidebilen çift yollu bir mag-lev tren tasarladı. Los Angeles’tan New York’a öğlen arası için gittiğinizi veya, Washington’dan Pekin’e 2 saatte gidebildiğinizi hayal edin.
İşte bu, geleceğin kıtasal ve kıtalararası seyahat tarzıdır. Hızlı, temiz, bugün aynı amaçla kullandığımız enerjinin sadece az bir kısmını kullanarak. Aslında, mag-lev
teknolojisi, ilerlemiş batarya ve jeotermal enerji ile beraber, bir daha fosil yakıtların kullanılmasına gerek kalmayacaktır. Kar-çıkar amaçlı yapı tarafından engellenmesek
bunu hemen şimdi yapabiliriz.
Çalışma
Bugünlerde ABD faşizme yöneldi. ABD’nin baskın felsefesinin ve dinin, faşist bakış açısını destekleme eğilimi giderek artıyor. Aslına bakarsanız, Amerikan endüstrisi zaten
faşist bir yapıdır. Bunu anlayamadınızsa, çalışma kartınızı bastığınızda gözünüzü diktatörlükte açarsınız. Bizlere iş sahibi olup çalışmanın saygınlık getirdiği fikri verildi.
Bakıyorum da, bu maaşlı kölelik! Hayatımızı alın terimizle kazanmamız gerektiği anlatılarak büyütüldük. Bu da insanların geri durmalarına neden oluyor. İnsanları
angaryalar ve onları cahil bırakan sürekli tekrarlanan işlerden kurtarmıyor, böylece onları soyabiliyorsunuz. Bizim önerdiğimiz “Kaynak Tabanlı Ekonomi”de makineler
insanlığı özgürleştirir. Görüyorsunuz, böyle bir dünyayı bilemediğimiz için hayalini bile kuramıyoruz. “Otomasyon” Tarihe bir göz atacak olursak, makine otomasyonunun
yavaş yavaş insan gücünün yerini aldığını görürüz. Asansör görevlisinin ortadan kalkmasıyla başlayıp, nerdeyse tamamen otomasyona bağlı olan araba fabrikasına doğru
uzanan bir yol. Gerçek şu ki, teknoloji geliştikçe, insan gücüne duyulan gereklilik sürekli azalmakta. Bu durum ciddi bir uyumsuzluk yaratmakta ve paraya dayalı iş
sisteminin yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Parasal sistemde insan iş gücü, teknolojik gelişmeyle rekabete girer. Endüstrideki yaklaşımların önceliği kar ve çıkar olduğu
için, zaman içerisinde işçiler işten çıkarılacak ve makinelerle yer değiştireceklerdir. Endüstride makineler kullanılmaya başladıktan sonra çalışma gününü kısaltmak yerine
işten çıkarmalar başlar. Dolayısıyla siz işinizi kaybedersiniz ve bu nedenle makinelerden korkarsınız. Yüksek teknolojili, kaynak tabanlı bir ekonomide, abartısız söyleyecek
olursak, bugünkü işlerin % 90’ı, makineler tarafından yapılabilir. İnsanları köle olmadan hayatlarını yaşayabilmeleri için özgür bırakmak, teknolojinin önemi buradadır.
Zamanla, nano teknoloji ve diğer ileri bilim dallarıyla, karmaşık-zor tıbbi ameliyatları yapan makinelerin olacağı düşüncesi hiç de uzak değil. Üstelik, insanların bugün elde
ettiğinden çok daha yüksek başarı oranları ile. İzlenecek yol nettir, ancak iş gücü gelirine gerek duyan parasal bazlı yapımız bu gelişmeyi engellemektedir. İnsanlar
yaşayabilmek için işe gerek duyarlar. Sonuç şu ki; bu sistem gitmeli. Yoksa asla özgür olamayacağız ve teknoloji sürekli olarak durdurulacak. Lağımları temizleyen
makinelerimiz var ve insanlar o işten kurtuldu. Makinelere insan performansının uzantısı olarak bakılmalıdır. Dahası bugünkü bir çok mesleğin, Kaynak Tabanlı Ekonomi’de
var olmasının anlamı yoktur. Para yönetimi, reklamcılık ve bunlarla ilgili yasal düzenlemeler gibi. Para olmasaydı, bugün işlenen suçların çoğu da olmazdı.
Hemen hemen bütün suç çeşitleri parasal sistemin sonucudur, ya direk alakalıdır ya da ekonomik bunalımın yarattığı ruh halindendir. Bu bağlamda, kanunların da sonu
gelecektir. Yollara “yağmurda kaygandır dikkatli geçin” levhası koymak yerine, kayganlığı önleyici kaplamalar koyulursa, yollar ıslakken kaygan olmaz. Sarhoş biri arabasına
bindiğinde, ve araba yoldan dolayı sallandığına, aslında çok az bir sallanma hareketi olur. Ama o araba yoldan çıkacaktır. Kanun değil, çözüm gerekli. Arabalara sonar veya
radar koyun, böylece birbirleriyle çarpışamazlar. İnsanlar kanunları, oluşan sorunları çözmek için değil, bunları nasıl çözeceklerini bilmedikleri için yaparlar. Dünyanın en
özelleştirilmiş, kapitalist ülkesi olan ABD’de, hapishane mahkumu sayısının çok olması bizi şaşırtmıyor. Bu sayı her yıl daha da artmaktadır. İstatistiklere göre, bu
hükümlülerin pek çoğu eğitimsiz, fakir ve muhtaç kesimlerden gelmekte. Yapılan propagandanın aksine, yaşam koşulları onları suça ve şiddete yönlendiriyor. Ne iştir ki
toplum da, bu konuda kafasını başka yöne çeviriyor ve gerçek nedeni göremiyor. Yasalarımız ve hapishane sistemlerimiz, toplumumuzun bu davranışların kökünü nasıl
değerlendirdiğinin örnekleridir. Her yıl mahkumlar ve polis için milyarlar harcanırken, sadece çok küçük bir kısım yoksullukla ilgili sorunlar için harcanıyor. Fakirlik,
suçlardan sorumlu en temel etkenlerden biri iken… Kıtlık ve yoksulluğu tercih eden ve aslında bunları yaratan bu ekonomik sistemle, suçtan kurtulmak mümkün
olmayacaktır.
“Dürtü”
İnsanlar yaşamları için gerekli olan ihtiyaçlarına, borçla, takasla, ticaretle ulaşmasalardı, çok farklı davranırlardı. Bütün bunların ücretsiz olmasını istersiniz. Peki o zaman,
bir fiyatınız olacak. “İnsanları ne motive edecek?” “İnsanlar istedikleri her şeye sahip olursa, güneşin altında yan gelip yatar.” Kullandıkları sis perdesi budur. Bugün geçerli
olan kültürümüzde insanlar, parasal sistemin teşvik edici olduğu inancıyla eğitiliyorlar. “Eğer her şeye ulaşma imkanları olsa, neden bir şey yapmak istesinler ki?”
“Güdülerini kaybedeceklerdir.” İşte parasal sistemi desteklemeniz için size öğretilen şey budur. Bu senaryodan parayı çıkardığınızda, çok hem de çok farklı dürtüler ortaya
çıkacaktır. İnsanlar yaşantılarıyla ilgili temel ihtiyaçlarını karşıladıkları zaman dürtüler de değişikliğe uğrar. “Ay ve yıldızlara ne dersiniz?” Yeni dürtüler hemen oluşur.
Beğendiğiniz bir resim yaptığınızda, onu birilerine vermekten keyif alacaksınız, satmaktan değil.
“Eğitim”
Bugüne kadar gözlemlediğim birçok okul eğitimi, mesleklere yönelik insanlar yetiştirmek içindi. Genel bilgileri içeren eğitim yerine, uzmanlık alanlarına göre eğitim
verilmektedir. Bence çok şey bilen insanları, alıp savaşa götüremezsiniz. Günümüzde eğitim tamamen ezbercidir. Problemlerin nasıl çözüleceği öğretilmiyor. İnsanlara hem
duygusal, hem de kendi alanlarında gerekli araçlar verilmemektedir. Böylece insanlar eleştirel düşünmeyi öğrenemezler. Kaynak tabanlı bir ekonomide, eğitim çok farklı
olacaktır. Bizim önerdiğimiz, toplumun temel ilgi alanı, zihinsel gelişimdir, herkesin en yüksek düzeyde teşvik edilmesidir. Çünkü bizim felsefemiz insanları daha bilinçli
hale getirmek, herkesi katılımcı ve destekçi haline getirmektir. Çocuklarınız akıllandıkça, benim hayatım da daha iyi hale gelecek. Çünkü çevrelerine ve benim yaşamıma
daha yapıcı yaklaşacaklar. Kaynak Tabanlı Ekonomi’de tasarladığımız her şey, toplumla uygulanacak ve topluma dayalı olacaktır. Bunu engelleyen hiçbir şey olmayacaktır.
“Uygarlık”
Vatanseverlik, silahlar, ordular, donanmalar, bunlar hala uygarlaşamadığımızın göstergeleridir. Çocuklar ebeveynlerine soracak: “Makinelerin gerekli olduğunu fark
etmediniz mi?” “Kıtlık yarattığınız sürece savaşların kaçınılmaz olacağını göremediniz mi baba? Apaçık ortada değil mi?” Tabii ki çocuklar, sadece kurulu düzene hizmet
eden ve onu yücelten kuş beyinliler olduğumuzu anlayacaklar. Bizler tarih yazamayacak kadar berbat ve hastalıklı bir toplumuz. Büyük ulusların küçük ulusların topraklarını
zorla, şiddet kullanarak aldığından söz edecekler. Bahsettiğimiz tarihin, uygarlığın başlangıcından bu yana, yozlaşmış olduğunu fark edeceksiniz. Ta ki tüm uluslar hep
birlikte çalışana, uygarlaşana kadar… Dünyanın birleşmesi… Herkesin birbirinin iyiliği için çalıştığı ve hiç kimsenin köle olmadığı bir Dünya. Sosyal sınıfların, elitizmin
hiçbir çeşidinin olmadığı bir Dünya. Devlet hiçbir şey yapamaz, çünkü devlet yoktur. Burada sözcülüğünü yaptığım, Kaynak Tabanlı Küresel Ekonomik Sistemim mükemmel
değil, ama sahip olduğumuz sistemden kat kat daha iyi. Mükemmele asla erişemeyiz.
Bölüm IV
“Benim ülkem dünyadır ve dinim iyi olanı yapmaktır.” Thomas Paine – 1737-1809
İçinde yaşadığımız toplumun sosyal değerleri, kaçınılmaz savaşlar, yozlaşma, sıkıcı, bunaltıcı yasalar, sosyal katmanlaşma, ipe sapa gelmez batıl inanışlar, hurafeler,
çevresel yıkım ve kirlenme, ve sosyal yönden kaygısız çıkar amacı güden zorba yönetici sınıf; aslında en temel iki kavramın önemsenmemesinin sonucudur. Doğanın
“GELİŞİM” ve “ORTAK YAŞAM” kanunları. Gerçekliğin doğası gereği, bütün bu sistemler; yani bilim, toplum, teknoloji, felsefe veya herhangi bir buluş, yasaklanmadığı
takdirde daima değişime uğrayacaktır. Bugünlerde tartıştığımız klişe konulardan, modern iletişim ve ulaşım, antik çağlarda hayal edilemez şeylerdi. Aynı şekilde, gelecekte
olacak teknolojiler ve sosyal yapılanmalar, bugün kavrayamayacağımız şeyler olacak. Simyadan kimyaya, yermerkezli evrenden güneşmerkezliye, hastalıklara iblislerin
neden olduğu inancından, modern tıbba doğru bir süreç yaşadık. Bu gelişim sürecinin sona erdiğine dair bir işaret yok. Ve bunun farkında olmamız, gelişmeye ve ilerlemeye
sürekli devam etmemiz için bizi yönlendirmektedir. Durağan deneysel bilgimiz yerine tüm sistemlerde gelişimin olduğunu kabul etmeliyiz. Bu da, varolan inanç sistemimizi
ve kimliklerimizi tehdit etse de, hep yeni bilgiye açık olmamız gerektiğini ortaya koymaktadır. Maalesef, günümüzde toplum bunu anlayamamıştır. ve kurulu düzen,
eskimiş sosyal yapıları muhafaza ederek, gelişimi engellemeye devam etmektedir. Aynı zamanda toplum, değişmekten korkmanın cezasını çekiyor. Sabit bir kimliğe
koşullandırılmış olduklarından, insanların inanç sistemini sorgulamak, genelde hakaretlerle ve sözlü münakaşa ile sonuçlanıyor. Yanlışlığı kanıtlansa da, topluma mal olduğu
için yanlışı seçmek, saplantılı bir davranış bozukluğudur. Aslında yanlışın kanıtlanmasına sevinilmesi gerekir. Çünkü birilerinde yeni bir anlayış seviyesi gelişmesi,
farkındalık oluşturur. Aslında, akıllı insan yoktur. Sadece fikirleri güncellenen, değişen ya da aydınlanmayı beraberinde getiren bir zamanlama meselesi vardır. Bir inanç
sistemine körlemesine tutunma isteği, onu koruma duygusu, fikirsel maddeciliğin bir formu olmaktan öteye gidemeyen bilgi dönüşümünden başka bir şey değildir.
Parasal sistem, kendini koruyan yapılarının yardımı ile bu maddeciliği körükler. Ayrıca sayısız insanın da körlemesine bu sistemin yapılarını korumalarına, böylece kendi
istekleriyle statükonun gardiyanları haline gelmelerine neden olur. Artık onları kontrol edecek çoban köpeğine ihtiyaç duymayan koyun sürüsü, normalin dışına çıkanları
sürüden dışlayarak birbirlerini kontrol eder. Bu eğilim, değişimi engeller ve var olan düzeni sürdürür. Kimlik sahibi olma, rahatlık, güç ve çıkar uğruna, bu düzeni korumak
ve değişime direnmek savunulamayacak bir durumdur ve sadece dengesizlik, bölünme, çarpıklık, ve her durumda, tahribat yaratacaktır.
Zaman, değişim zamanıdır… Avcılık ve toplayıcılıktan, tarım devrimine, oradan endüstriyel devrime kadar izlenen yol nettir. Artık günümüzdeki anlayışı yansıtacak yeni bir
sosyal sistemin vakti gelmiştir. Parasal sistem, kıtlığın esas olduğu bir dönemin ürünüdür. Günümüzde, yani teknoloji çağında artık topluma uygun değildir. Kendi yarattığı
sapmış davranışlarla beraber sonu gelmiştir. Bunun gibi, egemen dünya görüşlerinden olan dinler de, aynı şekilde toplumla uyuşmadan işlenmiştir. İslam, Hıristiyanlık,
Musevilik, Hinduizm ve diğer bütün mevcut dinler, kişisel ve toplumsal gelişimin önündeki engellerdir. Her bir dini grup kendi kapalı dünyasını yaratır ve bu kıt anlayış, her
an yenilenen bir evrene uyum sağlayamaz. Dinler, inananların psikolojik bozulmalarını bu gerçeğin farkındalığını engelleyerek sağlamakta başarılı olmuştur. Geleneksel
köhne inanışlar adına mantık ve yeni bilgilerin reddedilmesine yol açarlar. Tanrı kavramı gerçekten de olayların doğasını açıklama yöntemidir. İlk çağlarda insanlar
olguların nasıl oluştuğunu, doğanın nasıl işlediğini bilmiyorlardı. Böylece kendi küçük hikayelerini yarattılar, ve hayal güçleriyle tanrıyı oluşturdular. İnsanlar hatalı
davrandığında sinirlenen bir adam, seller ve depremler yaratıyordu ve bunun tanrının davranış tarzı olduğu söylendi. Dinlerin toplumdan gizlenen gerçek tarihine
baktığımızda, temel dini efsanelerin bile gelişim ve birikim sonucunda ortaya çıktığını görürüz. Örneğin, Hıristiyanlık’taki en önemli öğretilerden biri İsa’nın ölümü ve
yeniden dirilişidir. Bu o kadar önemlidir ki, İncil’in kendisi bile “eğer İsa dirilmeseydi senin vaazların hükümsüz olacaktı, buna bağlı olarak da kaderin anlamsız olacaktı”
der. Bu hikayeyi kelimesi kelimesine kabul etmek çok zordur. Dinlerin tarihinde böyle doğaüstü bir olayı anlatan kaynak olmadığı gibi, aynı şekilde ölmüş ve yeniden
dirilmiş Hıristiyanlık öncesi kurtarıcıların çok sayıda olduğunu bilmek, bu hikayeyi de efsaneler arasına koyar. Erken dönem kilisesinde Tertullian gibi bazıları, o kadar ileri
gitmişlerdir ki, tarihteki benzerliklerin oluşmasının şeytanın işi olduğunu bile söylemişlerdir. MS 2. yy’da “Şeytan, doğruluğu yoldan çıkarandır, İsa’nın kutsal mucizelerini
taklit eder, inananlarını vaftiz eder ve günahlarından arındırır, nimetler için adak adar ve yeniden dirilir. İlahi şeyleri tamamen kopyalayan, Şeytan’ın kurnazlığını anlayın.”
denmiştir. Burada son derece üzücü olan şey, Hıristiyanlık, Musevilik, İslam ve diğerlerinin hikayelerine baktığımız ve bunları oldukları gibi kabul ettiğimiz zaman, ki bunlar
diğer dinlerden derlenmiş alegorilerdir, görürüz ki bütün dinler ortak bir silsileyi paylaşırlar. Hepsinde ortak olan şey; inanılma ve değerli olma ihtiyaçlarıdır. Dini inançlar,
diğer tüm ideolojilerden çok daha fazla parçalanmaya ve çatışmaya neden olmuştur. Sadece Hıristiyanlığın 34.000 farklı alt grubu vardır. İncil yoruma açıktır.
Okuduğunuzda, aklınızdan geçen; “Sanırım İsa bunu demiş.” “Bence Eyüp bunu anlatmış.” “Hayır! Bunu demiş!” gibidir. Luteryan yaklaşım var, Yedinci gün Adventistleri var,
Katolikler var. Hiç olmayan bir şey için, kiliselere bölünmüşler… Bölünmenin bu aşamasında tüm dinsel yaklaşımlarla ilgili ikinci başarısızlığın farkına varırız. Bölünme,
evrenin “ortak yaşam” ilişkisini inkar eder. Bütün doğal sistemlerin zamanla gelişerek meydana geldiğini anlamazsak, gerçekler, sürekli değiştirilen hatalı öğretiler üzerine
kurulacaktır. Ayrıca anlamalıyız ki; din, para ve politika gibi sistemler insanlar tarafından üretilmiştir. Doğada bağımsızlık diye bir şey yoktur. Doğa, birbirinden bağımsız
değişkenlerin birleşik sistemidir. Her birinin bir nedeni ve sonucu vardır. hepsi bir bütün olarak varlıklarını korumaktadırlar. Çevreye bağlandığımız bir fiş veya kablo
görmediğinizden, kendimizi özgürmüşüz, kafamıza göre takılıyormuşuz gibi görürüz. Oysa oksijensiz kalırsak, hepimiz anında ölürüz. Bitkiler olmazsa ölürüz. Güneş olmazsa
bütün bitkiler ölür. Yani hepimiz birbirimizle bağlantılıyız. Bir bütün olduğumuzu gerçekten de hesaba katmalıyız. Bu sadece insanlığın gezegendeki deneyimi değil,
yüzyılların deneyimidir. Bunu tamamen öğreti olarak almalıyız. Biliyoruz ki, hayvanlar ve bitkiler olmadan yaşayamayız. Biliyoruz ki, dört element olmadan yaşayamayız.
Peki o halde, bunları ne zaman hesaba katmaya başlayacağız? Başarılması gereken şey bu. Başarı, çevremizdeki her şeyle ne kadar iyi ilişki içinde olduğumuza bağlıdır.
Benim torunumun birliktelik içinde huzurlu, sorunsuz, sosyal bir dünyayı miras alması, ancak Etopya, Endonezya, Bolivya, Filistin ve İsrail’de büyüyen tüm çocukların da
aynı şeye sahip olmasıyla olabilir. Tüm canlıları ve dünyayı dikkate almamız gerekiyor yoksa gerçekten de ciddi sorunlarla karşılaşacağız. Her şeye sahip çıkmalı ve
korumalıyız. Artık dünyanın insanın malı olmadığını bitkiler, hayvanlar ve elementlerden oluşan bir bütün olduğunu kabul etmek zorundayız. Ve her birimiz buna gereken
önemi vermeliyiz. Bizi mutluluğa ve huzura götürecek olan budur. Şu anda hayatlarımızdaki eksik şeyin bu olduğunu anlamalıyız. Biz ne kadar ruhani dersek diyelim, huzur
aslında birliktelikten gelmektedir. İlahi yönümüz budur, bunu böyle hisseden tarafımız burasıdır ve içinizin derinliklerinde bunu hissedebilirsiniz. Bu inanılmaz, muhteşem
bir duygudur ve bu duygunun ne olduğunu yakaladığınız zaman anlarsınız. Bunu paradan alamazsınız, bağlanmaktan alırsınız. “Eğer ülkelere zarar vermeyecekse, hala
nükleer silahları yapmaya nasıl devam edeceğiz? Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi? Hepimiz bir bütün olduğumuzu anladığımızda silah endüstrisine ne olacak? Bu
ekonomiyi mahvedecektir! Her halükarda sahte olan ekonomiyi…”
“Otlakçı olan ekonomidir. Koşulsuz sevginin, hükümeti nasıl paramparça edeceğini göreceksiniz.” Bill Hicks – 1961-1994
“İnanıyorum ki, silahsız gerçekler ve koşulsuz sevgi dünyada son sözü söyleyecektir.” Dr. Martin Luther King Jr. – 1929-1968
Kişisel varlığımızın, dünyamızdaki diğer her şeyin bütününe bağlı olduğunu bir kez anladığımızda, koşulsuz sevginin ne olduğunu algılayacağız. Sevgi, ön yargısız olarak her
şeyi kendiniz gibi ve kendinizi her şey gibi görmektir. Çünkü, aslında hepimiz bir bütünüz. “Eğer hepimiz bir yıldızın merkezinden geldiysek, her birimizin atomları da o
yıldızın merkezinden gelmiş demektir… O halde hepimiz aynı şeyiz. Bir kola makinası veya bir izmarit de, o yıldızın atomlarından yapılmıştır. Hepsi de sizin ve benim gibi
binlerce kez dönüşüme uğramıştır. Bu yüzden, o dışarıdaki şey benim. Peki o zaman bunda korkulacak ne var? Aradığımız teselli nedir? Hiçbir şey… Korkacak bir şey yok
çünkü, her şey biziz. Asıl sorun doğduğumuz andan itibaren ayrıştırılmamız ve bireyselleşmemiz için bir isim ve bir kimlik verilmiş olması. Bütünlükten ayrılmış olmamız…
İşte dinlerin de istismar ettikleri budur. İnsanlar bir şeyin parçası olmak isterler. Onlar da bunu sömürür, buna Tanrı derler, onun kuralları olduğunu söylerler, bence bu
zalimliktir. Bence din olmaksızın da bunu yapabiliriz.” George Carlin 1937-2008
“Bir uzaylı gelip insanları incelese, bulacağı benzerliklerin yanında farklılıkların çok önemsiz olduğunu görecektir. Hayatlarımız, geçmişimiz ve geleceğimiz, Güneş’e, Ay’a
ve yıldızlara bağlıdır… Biz insanlar, doğayı ve güçleri oluşturan atomları ve heykeltıraşlığını yaptığı bu evreni gördük… Biz… evrenin gözleri, kulakları, düşünceleri ve
duygularıyız, ve sonunda aslımızın ne olduğunu merak etmeye başladık. Yıldızları oluşturan yıldız tozu, milyar-milyarlarca atomun organize bütünlüğü, doğanın evrimi, çok
uzun bir yoldan geçerek Dünya Gezegeni’ndeki bilinç şeklini aldı. Bağlılıklarımız canlı türlerine ve gezegenedir. Yaşamı devam ettirme ve gelişme zorunluluğumuz sadece
kendimiz için değil, aynı zamanda özümüzü oluşturan muazzam ve kadim evren için de sahiplenilmelidir. Hepimiz tek bir türüz. Yıldız ışığını toplayan yıldız tozuyuz.” Carl
Sagan – 1934-1996
Sosyal sistemlerimizin eskimiş ve çökmüş olduğunu ortaya koyma zamanıdır. Herkesin değerli ve gerçekten özgür olduğu, uzun soluklu küresel toplumu yaratmak için
birlikte çalışmalıyız. Şahsi inanışlarınız, her ne olursa olsun, hayatın gereksinimlerine gelince anlamsızdır. Her insan çıplak olarak doğar. Isınmaya, beslenmeye, suya,
barınmaya ihtiyaç duyar. Geriye kalan her şey ikinci plandadır. Gündemimizdeki en önemli konu, dünya kaynaklarının akıllı idaresidir. Bu, parasal sistemle asla
sağlanamaz, çünkü kar ve çıkar amacı gütmek, bencillik gütmektir. Bu nedenle de eşitsizlik, dengesizlik parasal sistemin doğasında vardır. Aynı zamanda, politikacılar da
gereksizdirler. Hayata dair gerçek sorunlarımız politik değil, tekniktir. Ayrıca, din gibi ideolojiler insanları böler, değerinin, amacının ve sosyal ilişkisinin kabul edilmesi
için toplumda güçlü bir yankı gerektirir. Umarız, zamanla din, maddeciliğini ve hurafelerini kaybedecek ve felsefe alanında yerini alacaktır. Gerçek şu ki bugün toplum,
yaratıcılık, birleşme ve ilerleme yerine sürekli savunma ve güvenlikten bahseden politikacılar sebebiyle geri kalmıştır. Bugün sadece ABD, savunma için yılda 500 milyar
dolar harcıyor. Bu, ABD’deki bütün lise öğrencilerini 4 yıllık bir üniversiteye göndermeye yeter. 1940’larda Manhattan Projesi, kitle imha silahlarının ilkini (atom bombasını)
üretti. Bu programda 130.000 insan görev aldı ve inanılmaz para harcandı. Oradaki bilim adamlarının, insanları öldürme yolları yerine, kendi kendini geçindiren, bolluk
içinde bir dünya yaratmak için çalıştığını hayal edin, Amaçları bu olsaydı bugün her şey çok daha farklı olurdu. Kitle imha silahları yerine, çok daha güçlü bir şeyi ortaya
çıkarma zamanıdır.
“Kitle Üretim Silahları”
Bizim asıl tanrısallığımız, yaratabilme kabiliyetimizdir. Yaşamın ortak bağlantılarını anlayarak güçlenip, doğanın gelişmekte olan yapısını rehber edinirsek,
yapamayacağımız veya başaramayacağımız hiçbir şey yoktur. Tabii ki, değişimi reddeden kurulu düzenin çeşitli engelleriyle karşılaşacağız. Bu düzenin kalbinde parasal
sistem vardır. Önceden açıklandığı gibi, kısmi rezerv politikası, borçla oluşturulmuş bir kölelik çeşididir. Toplum bu şekilde özgür olamaz. Serbest ticaretin formu olan
serbest pazar kapitalizmi, dünyayı mahkum etmek ve ülkeleri yönetmek için bu borcu kullanıyor, bir avuç büyük şirkete ve politik güce hizmet ediyor. Gözle görülen bu
ahlaksızlıklar bir yana, sistemin kendisi rekabete dayalıdır. Bu nedenle kamu refahı için yapılan, büyük boyutlu işbirliklerini derhal imha eder. Dolayısıyla gerçek bir küresel
yapılanmaya her kalkışma engellenir. Bu finansal ve şirketsel yapılar artık eskimiştir, ve ortadan kalkmalıdır. Tabii ki iş dünyasının ve ekonominin elitlerinin bu fikre
katılacağını sanacak kadar saf değiliz. Çünkü güç ve kontrollerini kaybetmek istemezler. Barışçıl ve stratejik bir eylem başlamalıdır. Bu eylemin en güçlü aşaması basittir.
Güç odaklarını insanların lehine hareket etmeye zorlamak için davranışlarımızı değiştirmeliyiz.
SİSTEMİ DESTEKLEMEYİ BIRAKMALIYIZ.
Bu düzenin değişmesinin tek yolu, süregelen yozlaşmışlığın farkına varıp bunun parçası olmayı reddetmemizdir. Onlar, bizim önerilerimiz nedeniyle parasal sistemi
bırakmayacaklardır. Ancak sistem çökmek zorundadır ve insanlar seçtikleri liderlerine olan inançlarını kaybedecektir. Eğer “Venüs Projesi” temel alternatif olarak seçilirse,
bu, değişimin başlıca öğesi olacaktır. Olmazsa, sonuçlarından korkuyorum. İstatistikler ülkemizin iflas etmek üzere olduğunu gösteriyor. Muhtemelen ülkemiz, isyanları
bastırmak için askeri bir diktatörlüğe dönüşecek ve sosyal çöküş artacak. ABD çökerse, diğer tüm kültürler de benzer durumlarla karşılaşır. Şimdilerde dünyanın finans
sistemi, gelirin düşmesinden dolayı uçurumun eşiğindedir. 2003’de uzmanların belirttiği üzere, ABD ulusal borcunun üzerindeki faiz, 10 yıl içinde altından kalkılamayacak
hale gelecek. Bu, teorik olarak ABD ekonomisinin iflasıdır, ve bunun dünyaya yansıması çok büyük çapta olur. Kısmi rezerv bazlı parasal sistem, genişlemesinin teorik
limitlerine ulaşıyor, ve bugün gördüğünüz banka iflasları sadece bir başlangıç. İşte bu nedenle enflasyon alıp başını gitmiştir, borcumuz rekor seviyelerdedir, hükümet ve
FED, yozlaşmış sistemi daha da zorlamak için para basmaktadır. Bankaların hayatta kalmasını sağlamanın tek yolu, daha fazla para basmaktır. Daha fazla para basmanın
tek yoluysa, daha fazla borç ve enflasyon yaratmaktır. İnsanların almış oldukları kredileri ödeyemez hale gelip yeni krediler almak istememesi, ve tabloların tersine
dönmesi an meselesidir. Paranın genleşmesi duracak ve daha önce görmediğimiz derecede bir küçülme başlayacaktır. Piramit şeklindeki bir çağın sonu, halihazırda
başlamıştır. Bu yüzden, bu finansal batışın zayıflığını avantajımıza çevirerek, gerçeği ortaya koymalıyız. İşte bazı öneriler: Bankacılık sisteminin sahtekarlığını ortaya
çıkarın. Citibank, JP Morgan Chase ve Bank of America, ahlaksız federal rezerv sisteminin en güçlü koruyucularıdır. Bu kuruluşları boykot etme zamanıdır. Eğer bunlarda
banka hesabınız veya kredi kartınız varsa paranızı başka bankaya yatırın. Mortgage anlaşmanız varsa, başka bankadan tekrar finanse edin. Hisselerine sahipseniz satın.
Onlar için çalışıyorsanız, işi bırakın. Bu hareket, özel bankacılık kartelinin arkasındaki gerçek güç olan FED’i küçük düşürecektir. Bankacılık sisteminin sahtekarlığının
farkına varılmasını sağlayacaktır. Televizyon haberlerini kapatın. Haber almak için internetteki bağımsız haber ajanslarını kullanın.
CNN, NBC, ABC, FOX ve diğerleri geçerli düzeni korumak için tüm haberleri filtreden geçirirler. Tüm ana medya kurumlarına sahip bu dört şirket yüzünden, tarafsız habere
ulaşmamız imkansızdır. İnternetin gerçek güzelliği de buradadır. İnternetteki serbest bilgi akışından dolayı, kurulu düzen kontrolünü kaybediyor. İnterneti her zaman
korumalıyız, çünkü bugün gerçek kurtarıcımız odur. Kendinizin, ailenizin veya tanıdığınız herhangi birinin askere gitmesine asla izin vermeyin. Bu eskimiş kurum, amacının
dışına çıkmıştır ve sadece kurulu düzeni devam ettirmek için kullanılmaktadır. Irak’taki ABD askerleri, ABD şirketleri için çalışıyorlar, insanlar için değil. Propaganda
güçleri, bizi savaşın doğallığına ve ordunun onurlu bir kurum olduğuna inandırmaya çalışıyor. Eğer savaş doğal bir şey ise, neden her gün travma sonrası stres bozukluğu
sebebiyle 18 eski ABD askeri intihar ediyor? Eğer askerlerimiz onurlandırılmışlarsa neden ABD’li evsizlerin %25’i, eski askerlerden oluşmakta?
Enerji şirketlerini desteklemeyi bırakın. Müstakil bir evde yaşıyorsanız şehir şebekesinden çıkın. Evinizi temiz enerji ile kendi kendinizi idare edecek hale getirmenin
yollarını araştırın. Güneş, rüzgar ve diğer yenilenebilen enerjiler artık ulaşılabilir durumdadır. Geleneksel enerjilerin bitmek bilmeyen fiyat artışıyla uğraşmaktansa,
17.06.2019 yuno44907: Zeitgeist Addendum
yuno44907.blogspot.com/2012/07/zeitgeist-addendum.html 7/7
bunları araştırmak daha ucuz olacaktır. Araba kullanıyorsanız bulabildiğiniz en küçük arabayı alın, ve arabanızı hibrid, elektrik veya mevcut yakıtlar dışında yakıt
kullanabilen, farklı teknolojiler içerisinden seçin.
Politik düzeni reddedin. Demokrasi aldatmacası zekamıza hakarettir. Parasal sistem içinde asla gerçek bir demokrasi olmamıştır, olmayacaktır. Aynı şirketler tarafından
yönetilen iki partimiz var. Seçilenler o pozisyonlara şirketler tarafından getiriliyorlar, ve popülerlikleri suni olarak aynı şirketlerin kontrolündeki medya tarafından
oluşturuluyor. Özünde yozlaşmış bir sistemin içinde 3-4 yılda bir yapılan kadro değişimi anlamsızdır. Bu politik oyunun gerçekliği varmış gibi davranmak yerine, enerjinizi
bu bozuk sistemin üstesinden gelmeye odaklayın.
Harekete katılın. http://www.thezeitgeistmovement.com’a girin. Bize, sosyal değişim için yaratacağımız, dünyanın daha önce hiç görmediği büyüklükteki kitle eylemi için destek
olun. Herkesi, özünde yozlaşmış bu sistem hakkında harekete geçirmeli ve bilinçlendirmeliyiz. Tek gerçek çözüm bütün insanlık için kullanılacak mevcut doğal kaynakları
açıklayarak, herkesi teknolojinin gerçek durumuyla ilgili bilgilendirmek, ve savaşmak yerine, birlikte çalışırsak hepimizin nasıl özgür olabileceğini anlatmaktır.
Seçim sizin. Ya, Parasal sistemin kölesi olmaya devam edebilir, kendinizi maddesel kirlilik ve boş eğlencelerle rahatlatırken, bitmeyen savaşları, depresyonları ve
dünyadaki adaletsizliği izlersiniz. Ya da enerjinizi doğru, anlamlı, bütüncül ve tükenmez değişime, ardında kimseyi bırakmadan, tüm insanları özgür kılan gerçekçi
çözümlere sahip olan değişime odaklarsınız. Fakat, sonuçta en önemli değişim sizin içinizde gerçekleşecek olandır. Gerçek devrim, bilinçte olacak devrimdir. Ve her
birimizin öncelikli ihtiyacı, doğru olduğuna koşullandırıldığımız, ilahi, maddesel zırvalardan kurtulmak, keşfetmek, geliştirmek ve düzenlemektir, tecrübeyle farkına
vardığımız bütünlüğümüzden gelen imge ile. Bu size bağlı. “Bütün bu tartışmalarda ve konuşmalarda yapmaya çalıştığımız, beyinlerde köklü bir değişim sağlayamazsak ne
olacağını görmektir. Her şeyi olduğu gibi kabul etmemek için… Fakat onları anlamak için içinde olmak için, incelemek için, bütün kalbinizi ve aklınızı, sahip olduğunuz her
şeyinizi keşfetmeye verin, Farklı bir yaşamın yoluna… Fakat bu sadece size bağlı ve asla bir başkasına değil. Çünkü burada öğretmen yok, öğrenci yok, lider yok, yol
gösterici yok, efendi yok, kurtarıcı yok. Kendiniz için, öğretmensiniz ve öğrencisiniz, efendi, yol gösterici, lider sizsiniz, siz her şeysiniz! ve ANLAMAK DEĞİŞİMDİR.”

Nuray Hafiftaş Hayatını kaybetti. Geriye Bütünleştiği “Sen küçüksün ölemezsin” türküsü kaldı

nuray

Hayvanseverliği ile tanınan Nuray Hafiftaş yaklaşık 10 yıl önce Çatalca’da bir çiftlikte onlarca kedisi ve köpeğiyle yaşamaya başlamıştı. Hafiftaş, muhtaç kedi ve köpekleri sahipleniyordu.
Kanser nedeniyle  Tedavi gördüğü hastanede 54 yasında hayatını kaybeden Türk
Halk Müziği Sanatçısı Nuray Hafiftaş’ın Çatalca’daki çiftliğinde Birlikte Yaşadığı 50 kedisi, 10 köpeği ve  “sen küçüksün ölemezsin ” adlı Nadir Köseoglu’nun bestesini Yaptığı  şarkısı bir söyleyenini yitirdi.
Bu sarkıda “küçük” kimdir? Yaşayan bir çocuk mu, yoksa içimizdeki çocuk mu bu bir sır
gibi.                                                                                                                                                    Ama Sözlerde bir isyan vardır.  küçük yaşlarda “ölünemez”  gibi. Bu Tütküde herkesin kendini bulduğu buruk ve acıtan bir şeyler bir yerler vardır.
Herkesin içinde küçük bir çocuk vardır. Bu çocuk çok sevimli ve çok değerlidir.
Geleceğin umududur. Bu küçük çocuk bir şekilde yok olur.
Artık söz bitmiştir. Anlatacak, dert dökecek tek bir  yer kalmıştır; yüce dağlar. Derdini dağlara anlatan bilir ki bağırdıkça dert daha artar. Ses dağlara çarpınca ne kadar bağırırsan daha yüksek sesle sana geri dönerek bağırır. Güvendiğin dağlara da kar yağar ve geriye söz kalır . Bâki kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş..
                                                           hazin esen seher yeli
                                                           al yanına götür beni
                                                           kurban olam karlı daglar
                                                           verin benim sevdigimi

sen küçüksün ölemezsin
kefen safra giyemezsin
karlı daglar aldı seni
istesen de dönemezsin

yüce daglar dizisi dizi
viran ettin hanemizi
kime diyek derdimizi
verin bana yigidimi

ÖMER HAYYAM

ÖMER HAYYAM

24d5423d0f496591b6762acba305dc3d_L

 

Gıyaseddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam veya Ömer Hayyam (Farsçaعمر خیام; d. 18 Mayıs 1048 – ö. 4 Aralık 1131İranlı şâirfilozofmatematikçi ve astronom.

Hayyam, Nişabur doğumludur.Yaşadığı dönemin ünlü veziri Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah ile aynı medresede zamanın ünlü alimi Muvaffakeddin Abdüllatif ibn el Lübad’dan eğitim görmüş ve hayatı boyunca her ikisi ile de ilişkisini kesmemiştir. Bazı kaynaklar; Hasan Sabbah‘ın Rey kentinden olduğu Nizamül-Mülk‘ün de yaşça Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah‘tan büyük olduğunu ve böylece aynı medresede eğitim görmediklerini belirtmektedir. Yine de Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamül-Mülk‘ün ilişki içinde olduklarını inkar etmemektedir. (Kaynak: SemerkantAmin Maalouf Amin Maalouf’un bu kitabında Hasan Sabbah ve Nizamül-Mülk ile Ömer Hayyam’ın ilişkisini ve hikâyelerini kurgulamış olabileceği de düşünülmelidir. Hayyam’ın kendi dilinden yazılı böyle bir açıklaması yoktur.)

Ömer Hayyam, birçok bilim insanınca Bâtınî ve Mu’tezile anlayışlarına dâhil görülür. Evreni anlamak için, içinde yetiştiği İslam kültüründeki hâkim anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmeleri eşine az rastlanır bir edebi başarı ile dörtlükler halinde dışa aktarmıştır.

Çadırcı anlamına gelen “Hayyam” takma adını babasının çadırcılık yapmasından almıştır. Ayrıca İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde bir semte adını da vermiştir. Tarlabaşı bulvarında Sakızağacı ışıklardan başlayıp, Tepebaşı’na kadar inen caddenin adıdır. Hayyam aynı zamanda çok iyi bir matematikçiydi. Üçüncü dereceden bilinmeyen denklemlerle ilgili yazdığı bir eserinde bilinmeyen rakamın yerine Arapça’da “şey” anlamına gelen kelimeyi kullanmıştır. Daha sonra bu eseri diğer dillere çevrilirken İspanyolcaya “Xay” olarak geçmiştir. Daha sonra bu kelime ilk harfine indirgenerek bilinmeyen rakamın simgesi “x” olarak kullanılmaya başlamıştır. Binom Açılımını ilk kullanan bilim insanıdır. Hayyam, genelde şiirlerindeki eğlence düşkünlüğünün belirgin olmasından dolayı Rubaileri ile ünlenmiştir.

Geçmişte yaşamış birçok ünlünün aksine Ömer Hayyam’ın doğum tarihi günü gününe bilinmektedir. Bunun sebebi, Ömer Hayyam’ın birçok konuda olduğu gibi takvim konusunda da uzman olması ve kendi doğum tarihini araştırıp tam olarak bulmasıdır.

Rubaîlerinde; dünya, var oluş, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme biçimleri gibi hayata ve insana ilişkin konularda özgürce ve sınır tanımaz bir şekilde akıl yürüttüğü görülmektedir. Akıl yürütürken ne içinde yaşadığı toplumun ne de daha öncesi zamanlarda yaşamış toplumların kabul ettiği hiçbir kurala bağlı kalmamış, kendinden önce yaşayanların insan aklına koymuş olduğu sınırları kabullenmemiş, bir anlamda dünyayı, insanı, var oluşu kendi aklıyla baştan tanımlamış; bu nedenle de çağını aşarak “evrenselliğe” ulaşmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki Hayyam’ın yaşadığı dönem, kendisi gibi çağları aşan ve tarihin gördüğü en büyük düşünürlerden birini yaratacak sosyo-kültürel altyapıya sahipti. Kendi tarihinin belki de en aydınlık dönemlerini yaşayan İslam dünyasında felsefenin hak ettiği ilgiyi gördüğü, Selçuklu saraylarında ise sentez bir Orta Doğu kültürü (Türk-Hint-Arap-Çin-Bizans) oluşmaya başladığı bir dönemde yaşayan düşünür, böylece nispeten yansız ve bilimsel bir öğrenim görmüş, Felsefeyi günah saymayan bir toplum içinde özgürce felsefe ile ilgilenebilmiştir.

Hayyam, aynı zamanda dünya bilim tarihi için de önemli bir yerdedir.Günümüzde kullanılan Miladi ve Hicri Takvimlerden çok daha hassas olan Celali Takvimi’ni hazırlamıştır. Okullarda Pascal Üçgeni Fransız matematikçi Blaise Pascal’ın soyadıyla olarak öğretilen matematik kavramı aslında Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuştur. Matematik, astronomi konularında dünyanın önde gelen bilim insanlarındandır. Birçok bilimsel çalışması olduğu bilinmektedir.

Pek çok Rubai ünü sebebiyle Hayyam’ınkilerine karıştırılmıştır, bilinen kadarıyla Rûbailerinin sayısı 158’dir. Fakat kendisine mâl edilenler binin üzerindedir.

Ayrıca Ömer Hayyam için tarihteki ilk bilinen savaş karşıtı eylemci yakıştırması da yapılmaktadır.

Rubailerinin Türkçeye çevirisi birçok farklı çevirmen tarafından yapılmışsa da rubaileri Türk halkına sevdiren çeviri Sabahattin Eyüboğlu tarafından yapılmıştır.

_99731836_b697e1fd-3dbc-4e11-a6c3-d667bdcbd27f

ÖMER HAYYAM RUBAİLER :

geçmis günü beyhude yere yad etme
bir gelmemiş an icin de feryad etme
geçmiş gelecek masal bunlar hep
eğlenmene bak ömrunü berbat etme

niceleri geldi neler istediler
sonunda bu dünyadan göçüp gittiler
sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
o gidenler de hep senin gibiydiler

dünyada ne var kendine dert eyleyecek
bir gün gelecek can bedenden gidecek
zümrüt çayır üstüne sefa sür iki gun
zira senin üstüne de otlar bitecek…